Wednesday, January 30, 2013

küçülen dünyam



Ao Nang plajı, bu kayanın arkası Tonsai plajı
Seyahat ettiğim mesafeler uzadıkça, kalışlarımın süresi arttıkça ve tek bir apartman sınırında yaşamaktansa ülkelere bölük pörçük dağılmaya başladıkça aslında dünyamın ne kadar küçüldüğünü fark etmek beni hep çok şaşırtıyor.

Manastırdan çıkıp Malezya'ya gidene kadar geçen 12 günde 5 eski arkadaşımla görüşme fırsatım oluyor. (Bu kadar sürede İstanbul’da 5 farklı arkadaşınızla buluşmayı deneyin, bakalım ayarlayabilecek misiniz?)
 
Chiang Mai’de hemen Gizem ve Thomas’yla buluşuyoruz. En son Kasımda Beyoğlu’nda kahvaltı etmiştik, arada geçen 2 aycık sürede Gizemler Tayland’da yaşamaya başlayıp kendilerini geleneksel iyileştirme sanatlarına adadılar. E doğal olarak konuşacağımız o kadar çok şey var ki…

Ertesi gün, yoga hocalık eğitimini Bali’de birlikte aldığım bir arkadaşımın şimdi de Chiang Mai’de CranioSacral eğitiminde olduğunu öğreniyorum. Üstüne ben tam Dubai’den ayrılırken Jade Dubai’ye taşınmak üzereydi ve 2 hafta kadar orada da birlikte vakit geçirmiştik. Hemen Jade’e facebook’tan telefon numaramı mesaj atıyorum. 3 yıl içinde önce Endonezya ve Birleşik Arap Emirlikleri, şimdi de Tayland’da tekrar buluşma fikri hoş geliyor. Ben mesajı attıktan 3-4 dakika sonra oturduğum kafenin kapısından içeri Jade giriveriyor! Çığlıklar atarak kucaklaşıyoruz, nüfusu 1.5 milyon olan bir şehirde aynı kafede karşılaşıverme ihtimali nedir ki? Buna bir süre şaşırdıktan sonra en son Dubai Mall’da buluştuğumuzdan bu yana sanki 5 gün geçmişçesine konuşmaya başlıyoruz.

Ao Nang plajı'nda güneş batışı
Bir sonraki gün George manastırdan çıkıyor, nerede saat kaçta buluşacağımızı günler öncesinden planlamıştık. Ve fakat 21 günün üstüne sokaklarda eski hızımızda yürüyemediğimiz için ikimiz de geç kalıyoruz. George’un oturumunun nasıl geçtiğini tüm detaylarıyla dinliyorum – çok zorlanmış ve hatta bir ara bırakmayı bile düşünmüş. Sonra onu soru yağmuruna tutuyorum. Kimmiş, ne iş yaparmış, neden ve ne kadar Asya’daymış… Geçtiğimiz 3 haftada belki de hayatlarımızın en ilginç ve zorlu deneyimlerinden birini yaşarken birbirimize acayip destek olduk fakat ikimiz de birbirimizin adı ve ülkesi dışında dünyevi hayata dair şeyler konuşmadık. Bizi bu kadar iyi arkadaş yapan, bir diğeri için çamaşır asar, meyve alır, penceresine notlar mandallar hale getiren sadece meditasyon deneyimiydi. George uzmanlık alanı yeni yiyecek konseptleri geliştirmek olan bir şefmiş. Daha da güzeli, ben bu şefle birlike Chiang Mai’in Cumartesi pazarını geziyorum. Her köşesinden çeşit çeşit yemek tezgahlarının fışkırdığı bu pazarda, tek başıma olsam asla denemeye cesaret edemeyeceğim her türlü garip görünümlü ve kokulu yiyecek neyin ne olduğunu bilen bir uzman tarafından ağzıma tıkıştırılıyor. Midem isyanlarda ancak ben müthiş mutluyum – seyahat etmek yeni deneyimler getirir denir ya, işte o deneyimlerin doruk noktası bu olsa gerek.

Son 4 yılda Tayland’a 6-7 kere geldim, toplam kalış sürem 100 günü geçmiştir, ancak daha ne deniz ne de kumsal görmedim. Tayland benim için dağlar, yağmur ormanları, meditasyon, ve manastırlar demek. Ancak arkadaşlarımla buluşabilmek için bu sefer bu inadı kıracağım ve güneye ineceğim.

Suzanne hayatımdaki önemli insanlardan biri. 2009’da Bali’deki ilk ayımda devamlı aynı yoga derslerine girdiğimiz için bir aşamada artık tanışmaya karar vermiştik. Yılın yarısı Tayland’da bir adacıkta erkek arkadaşıyla dağlara tırmanarak, kalan kısmını Roma’da tur rehberliği yaparak geçiren Kaliforniyalı bu kadına ve onun hayat konusundaki bazen acıtıcı derecede direkt bilgeliğine hayran olmuştum. O tanışmadan bugüne 3 farklı ülkede 3 kere daha görüştük. Şimdi Suzanne’le tekrar aynı ülkedeyken 1000 kilometre yol yapmayı göze alıp onu tekrar görme fikri beni heyecanlandırıyor. Otobüse atlayıp Krabi’ye gidiyorum, Suzanne’le 3 gün geçiriyoruz.
Railay ve Phranang plajlarına giden tekneler
Güney Tayland bana bir sürpriz daha getiriyor, en son Ankara’da üniversitedeyken gördüğüm ve fakat 4-5 yılda bir mesajlaşmak da olsa bağlantımı hiç koparmadığım bir arkadaşım da o aralar Tayland’da dalışta. Tarzlarımız ve hedeflediğimiz şeyler çok farklı olsa da ikimiz de muhteşem Asya gezginleriyiz. Korhan bir sabah benim kaldığım kasabaya geliyor, Durian yiyerek ve muhabbet ederek 5-6 saati birlikte geçiriyoruz. Bu buluşmada da en güzel şeylerden biri “Ee görüşmeyeli nasılsın, neler yaptın, Ali-Veliyle hala bağlantıda mısın” gibi iğreti giriş sorularına ihtiyaç olmaması. Arada hep düzenli görüşmüşçesine herhangi bir yerden başlayıveriyor konuşmalar ve aynı akıcılıkta devam ediyor.

Ben bir yerde sabitlenemedikçe, düzenli görüştüğüm insan sayısı hızla azalıyor. Ancak yıllar sonra hiç ummadığım bir yerde karşılaştığımda hiç yabancılık çekmeden konuya kaldığı yerden devam edebildiğim arkadaşlıklar benim için çok değerli.

Bir yandan da bir yerde sabit olsaydım asla tanışamayacağım insanlarla tanışıp muhteşem anlar yaşıyorum. Ve yollarımız ayrılırken bir daha nerede, ne zaman görüşürüz diye planlar yapıp geleceğe tutunmaya çalışmıyoruz. Ve yine de hiç beklemediğimiz bir yerlerde kesişiveriyoruz. Rastlantısal olduğu için midir bilmiyorum ama bu karşılaşmalar çok mutlu anlar oluyorlar.
Yayılıyorum, dağılıyorum ama sanki bir yandan da gerçekten dünyam daha küçük ve daha ulaşılabilir hale geliyor…

Monday, January 28, 2013

sonrasında...


4. sabah yine 6:30da Phra B’nin yanındayım. Bu kadar uykusuzluk ve insansızlıktan sonra yorgun, sefil, sürünüyor halde olmam gerek değil mi? Tam tersi. 72 saat öncesine göre her anlamda çok çok daha iyiyim. Eh biraz kokuyorum, saçlarım da yağlı ama gözlerimdeki ışıltıyı hissediyorum – aynaya bakmama gerek yok. Hala müthiş bir enerjim var, bambaşka bir canlılık hali yaşıyorum, uykuya hiç ihtiyacım yok. Phra B güneş yükseldikten sonra yıkanabileceğimi, bugünün serbest günüm olduğunu, konuşmak dışında her şeyi yapabileceğimi söylüyor. Konuşmamam gerektiğini özellikle vurguluyor, bu kadar gün sessizlikten sonra aşırı iletişim şok etkisi yaratabilirmiş. Bazı kurallar çiğnenmek içindir ya, bu tam onlardan biri… “Anladım” diyip hemen George’u aramaya gidiyorum. Bir gece önce odada otururken onun için liste yapmıştım, neler oturumu kolaylaştırıyor diye, başlamadan önce mutlaka paylaşmam gerek.
şu manzarada ve açık havada meditasyon yapmayı özleyeceğim

Yemekhanenin önünde buluyorum George’u, kaygılı bir ifadeyle yüzüme bakıp nasıl olduğumu soruyor. “Nasıl görünüyorum?” diyorum, “Şaşırtıcı şekilde çok iyi görünüyorsun” diyor. Güzel, demek ben kendimi kandırmıyormuşum, gerçekten kendimi hissettiğim kadar iyi de görünüyormuşum. Bir solukta ona listemi özetliyorum, biraz motive etmeye çalışıp, oturumunda ona şans diledikten sonra herkes kahvaltıdayken duşa koşuyorum.

Günlerdir hep başım önde, 1 metre öteye bakarak yürümeye alışmışım, başımı kaldırım insanların gözlerine bakıp gülümsemek ilk başta garip geliyor. İlk yan odadaki Tay komşum yaklaşıyor, oturumun nasıl olduğunu soruyor, biraz on anlatıyorum. Çamaşırhaneden dönerken de karşı bloktan bir kız uzun uzun soruyor, uyumuş muyum, kaç saat meditasyon yapmışım, neler zormuş… Sonradan öğreniyorum ki ülkesinde televizyon için röportajlar yaparmış, bana da stüdyo konuğu gibi davranması ondan olsa gerek.

Karşılaştığım herkes “nasıldı” diye sormaya devam ediyor, zor muydu, dayanabildim mi, yapabildim mi… Birkaç kişiyle konuşup aynı cevapları verdikten sonra, ve her ne kadar kahraman gibi karşılanmak hoş olsa da fena halde sıkılıyorum (Phra B bunun için mi kimseyle konuşma dedi diye düşünmeden de edemiyorum).
Kararlılık oturumunun bizim alışageldiğimiz anlamda, ölçülebilir başarıyla hiç ilgisi yok. Böyle düşünmek çok daha kolay ve anlaşılabilir olsa da kim uyumadan en uzun süre oturacak yarışması değil bu. Buna indirgendiği an Kararlılık oturumu amacını ve anlamını yitiriyor.

Daha çok yeni ama fark edebildiğim kadarıyla bir şeyler değişti, ilerleyen günler hatta belki aylarda bunun daha netleşeceğini, bazı değişimlerin ise ancak zamanla kendini göstereceğini düşünüyorum. Aralarda uyuyakaldım. Değil yürümek ayakta bile duracak gücüm kalmadığında, en derinlerdeki kaslarım artık sızlamaktan yanmaya geçtiğinde uzandım. Uzanınca da tabii ki uyudum. Ayakta kalmak için direnip yere yıkılanlar da varmış. Onların seçimi, onların öğrenme yolu… Ben öyle yapmadığım için çok mutluyum. Ne oturumun kendisi, ne kaç saat meditasyon yaptığım, ne de kaç dakika uyuduğum önemli değil, benim için tek önemli şey var; 70 saat boyunca meditasyon yapınca fark ettiklerimi, gördüklerimi bugünden itibaren hayatıma nasıl uyguladığım… Buradan çıkıp her şeyi aynen bir ay önce yaptığım gibi yapmaya devam edersem Kararlılık oturumu zavallı bir başarı kriterine ya da övünme hikayesine indirgenecek…. Bu da bir yol tabii, ama benim istediğim bu değil.

Bir de farkediyorum ki yumuşamışım. Phra B her zaman içiniz, en merkeziniz yumuşacıktır, öyle de kalsın derdi. Kursun ortalarına doğru fark etmiştim ki benim merkezimin çevresinde kabuk oluşmuş. Kabuğun altı belki hala yumuşaktı ama oraya ulaşmak mümkün değildi. Kararlılık oturumunun 2. gününde bir şekilde o kabuk çatladı. O en yumuşak merkez her neresi ise ortaya çıktıkça ben de yumuşadım. Yüzüm yumuşadı,bakışlarım değişti, bedenim yumuşadı. Az önce (enerji fazlasını atabilmek umuduyla) kısa bir yoga seansı yaptım ve belki de son 2 yıldır hiç olmadığım kadar esnek olduğumu fark ettim. Günlerdir uyumadan sadece oturduğum düşünülürse bu ya bir mucize ya da gerek fiziksel, gerek duygusal, gerekse zihinsel anlamda yumuşadığımın kesin bir göstergesi.

Thursday, January 24, 2013

kararlılık oturumu - 3. gün

tropik bir çiçek, adını hala öğrenemedim
Sabah 06:30da yine Phra B’nin yanına gidiyorum. Kararlılık oturumunda her gün bir sonraki gün için hazırlık, ve tabii ki kursta bugüne kadar geçirdiğim 18 gün de aslında bir anlamda bu son günün ön aşamaları imiş. Daha öncekilerden öğrendiğim kadarıyla bu son gün kişinin “bliss” deneyimlemesi hedeflenmiş.
(Bliss’i tam karşılayan Türkçe bir sözcük bulamadım, o yüzden bliss olarak kullanacağım.) Meditasyonda deneyimlenen “bir”lik anı ve onunla birlikte gelen derin ve yoğun mutluluk hali diye özetleyebilirim.

Phra B bana üçüncü günün programını verdi, ilk oturumdan önce 1 dakikalık Bliss deneyimi için niyet etmemi, onu yaşadıktan sonra takip eden oturumlarda da bu niyeti 5-10-15-…-30 diye artırmamı söyledi. İlk tepkim “Yok artık, kim 15-20 dakika bliss kaybetmiş de ben bulacağım” oldu. Sonra ara ara şüphelerim olsa da o ana kadar Phra B’nin her dediğini aynen uyguladığımı ve bunun (beni şaşırtsa da) hep olumlu sonuçlar getirdiğini hatırladım. Hem zaten Phra B’nin tanımına göre ikinci günde birkaç kere, belki 20- 30saniyelik bliss anları yaşadığımı fark ettim. Bunu söyledim, onayladı “Doğrudur, çünkü ikinci gün çok uzun oturumlar yapmışsın. Şimdi de onu bilinçli olarak ve uzayan sürelerle yapmayı hedefle” dedi.

Her şey oldu, bu da neden olmasın ki diye kendimi ikna etmeye çalışarak odama gittim ve uygulama kağıdında yazdığı gibi 1 dakikaya niyet ederek oturuma başladım. Meditasyona başladıktan 5-10 dakika sonra o bliss anına düşüverdim! Bir önceki gün tamamen tesadüfen yaşadığım o anı bilinçli olarak çağırmış ve deneyimlemiş olmak o kadar garipti ki... Anka kuşu ya da denizkızı gibi hisettim kendimi, çünkü kendimce bir efsaneyi gerçeklemiştim! Niyetin gücü mü, 2 gece uykusuzluktan sonra tüm savunma mekanizmalarımın kırılmış olması mı, günlerdir mağarasından çıkmadan Nirvanayı hedefleyen bir keşiş kadar meditasyon yapmış olmam mı bilmiyorum ama oluverdi!

Bundan biraz güç almış, birazcık da şımarmış olarak ikinci oturumumda 5 dakika Bliss için niyet ettim. Meditasyonda kesin süreyi bilmek mümkün değil ama 5 dakikaya oldukça yakın bir süre tekrar o Bliss anına düşüverdim. Düşmek diyorum çünkü o anı tanımlayan daha iyi bir fiil yok. Sanki rüyada düşüyormuşçasına farklı bir bilinç seviyesine giriveriyordum.
Üçüncü oturumda artık iyice güvenle 10 dakikaya niyet ettim. Baaaam! Oturumun daha başlarında tekrar Bliss halini deneyimledim, sanırım 7-8 dakika kadar sürdü.

Bliss çok farklı bir varoluş hali. Türkçe karşılığı olmaması ya da İngilizcede bile yeterince tanımlanamamış olmasının sebebinin bu durumu karşılayacak kelime azlığından olduğunu düşünüyorum. O andaki mutluluğu ifade etmeye çalışmak Bliss'i daha anlaşılır kılmıyor, sadece anlamını daraltıyor.

O ana kadar oldu mu, olduysa kaç dakika, nereye gittim diye şaşırmaktan dikkat edemediğim bir şeyi daha fark ettim. Bliss anını yaşamak inanlmaz bir enerji veriyor. 3. oturumda artık daha fazla yerimde duramadım, meditasyonumu yarıda kesip ayağa kalktım, yürüdüm, çıktım çay aldım. Hareketsiz kalmak mümkün değil. Öğlen yaklaşık 1e kadar yürüme meditasyonlarını bir şekilde tamamladım ama oturma meditasyonlarımda her seferinde en fazla 20 dakika sonra hareketsiz durmayı imkansız hale getiren bir enerji ve canlılıkla ayağa fırladım.

Randevumuz olmamasına rağmen Phra B’nin odasına gittim, beni görünce çok şaşırdı. Tekrar tekrar Bliss anları yaşadığımı ve bunun bana kendimi yenilmez, yorulmaz hissettiren bir enerji verdiğini, ancak yan etki olarak hareketsiz kalamadığımı söyledim. Phra B ilk defa standart hoca söylemi dışına çıktı, “Seni çok iyi anlıyorum, ben de bir haftalık kararlılık oturumları yaptım ve inan o hali iyi biliyorum. Ancak o dürtüyü yenmen ve oturabilmen gerek. Bunu hedefle ve denemeye devam et” diyerek beni odama gönderdi. Eh, bir keşişle aynı dürtüleri ve o dürtülerin beraberinde getirdiği engelleri yaşıyor olmak ilginç.
Ne hoş değil mi, artık dünyevi değil münzevi sorunlarım var…

yeni başlayanlar için meditasyon daha iyi anlatılamazdı!

Denemelere devam etmek için odama döndüm ama kurs başından beri bir Kararlılık oturumunun ilk gecesi, bir de son gün sakince meditasyonda oturmaya çalışmak beni en zorlayan zamanlar oldu.

Öğleden sonra çay almak için dışarı çıktığımda kapıma mandallanmış bir poşet buldum. İçinde bir dilim taze ananas, yer fıstığından yapılmış bir tatlı ve bir derginin köşesinden yırtıldığı belli olan bir kağıdın üzerine yazılmış “Mutlu 2013” notu vardı. Tabii ya, günlerden 31 Aralıktı ve ben yine başarıyla kendimi hiç kimsenin yıl başını kutlayamacağım, kimsenin de bana ulaşamayacağı bir ortama getirmeyi başarmıştım. Her türlü modern iletişime kapalı olsam da George kapıma bir poşet mandallayarak çok düşünceli ve beni çok mutlu eden bir hediye vermeyi başarmıştı. Mandal varken kimin emaile ihtiyacı var ki?

Ancak ben bu hediyeden fena halde etkilenmiştim ve mutlaka karşılık vermem gerekiyordu. Odamda muz, karnıbahar ve mum dışında hiçbirşey yoktu. Mumlardan birini aldım, birkaç saat o mum elimde meditasyon yapıp kendimce o mumu kutsadım. Sonra herkes çantingdeyken ormanda güzel kokulu otlar aradım, limonotu olduğunu tahmin ettiğim aromalı otlar buldum, mumun çevresini olabildiğince şık bir şekilde sarıp, bir de güzel bir yılbaşı notu ekleyip George’un kapısına bıraktım. Ot arama, sarma ve not yazma neredeyse 2 saat sürdü. İyi de oldu, enerji fazlam da biraz dengelenmiş oldu.

Geceyarısı manastırdaki herkes yukarıdaki gözlem alnına çıkıp havai fişek gösterisini izleyecekti. Chiang Mai’deki gösteri çok özel olurmuş. Pavel bile önceden yukarı çıkacağını ama herkesten uzak bir köşede duracağını söylemişti, ben de son gecemde asla kalabalıklara karışmayacağımı ve odamdan çıkmayacağımı söylemiştim. Yine de saat 12de yatakhanenin dışına çıktım, kurstaki herkes en yukarıda olduğu için tektim ve gösteriyi de ağaçların arasından da olsa izleyebildim. Havai fişekleri çok severim, ve hep de coşkuyla izlerim ama o derin meditasyon deneyimlerindn sonra nedense pek bir sönük geldi.

Gece yarısından sabah 6:30a kadar olan süre pek uzundu. Artık son gün olmasından gelen bıkkınlık mı yoksa istediğimde Bliss anını deneyimleyebiliyor olmanın getirdiği şımarıklık mı bilmiyorum ama kalan saatlerin çoğunu odamda duvara yaslanmış oturarak geçirdim.

Monday, January 21, 2013

kararlılık oturumu - 2. gün


Sabah 6:30’da Phra B’nin yanına gidiyorum. Biraz ilk günü konuşuyoruz, korkarak uyuyakaldığımı söylüyorum. Phra B uyumama hiç takılmıyor, uzanmış olmama yorum yapıyor, alışkanlık haline gelmesin diyor ve ikinci günün uygulamalarını veriyor.

keşişlerin yaşadığı binalar
İkinci günün oturumları uzundan kısaya doğru giden setler halinde. Her seti tamamlamak 7 saat sürüyor. Meditasyonun içeriğinde hiçbir fark yok, sadece süreler değişken. İlk gün sadece 45-45 (yürüme-oturma) oturumlar varken ikinci gün 45-45 başlayıp aşamalarla 30-5e kadar inen oturumlar var. Bu çeşitlilik benim için her şeyi değiştiriyor, ikinci gün müthiş bir motivasyonla ve çok kısa aralar vererek meditasyon yapıyorum. (Zaten uygulama kağıdımı ertesi gün Phra B’ye götürdüğümde yüzünde bir şaşkınlık ifadesi beliriyor “Sen ne kadar çok meditasyon yapmışsın dün” diye de ekliyor. Buna da ben şaşırıyorum, meditasyon yapmayacaksam Kararlılık oturumunda işim ne? Hem uyumamam gerekiyorsa odada meditasyon dışında yapabileceğim çok da bir şey yok ki…)

Öğleden sonra fark ediyorum ki bu kadar kısa molalarla ve çok meditasyon yapmak zihnimde daldan dala atlayan düşünce maymunlarını sakinleştirmiş. Daha bir gün önce durmadan ilgisiz şeyler zihnimde tekrar tekrar geçit yapıp duruyorlardı. Bugün ise sanki dal sayısı çok azalmış, zihnim çok da uzaklara kaçamıyor. Ve “dur” dediğimde anlık da olsa düşünceler duruveriyor. Bu o kadar değerli ki…

İlk 18 yaşında meditasyon yapmıştım ve başlamaktaki tek amacım saniyelik de olsa zihnimi susturabilmekti. O kadar çok ses, o kadar çok daldan dala atlıyordu ki yoruluyordum. Bir arkadaşım meditasyon yapıyordu ve düşüncesiz anlar deneyimlediğini söylemişti. Ben de harçlıklarımı biriktirip meditasyon kursuna gitmiştim. 18 yaşında, ailemden başka bir şehirde, üniversite 1. sınıfta, yepyeni bir çevrede yapabileceğim şeylerin sınırı yokken ben paramı ve zamanımı meditasyon için harcıyordum, çünkü zihminde daldan dala atlayan maymunların artık yavaşlaması gerekiyordu 6 ay çabaladım, hiç aksatmadan her sabah ve her akşam meditasyon yaptım, haftalık grup oturumlarına gittim ama o suskunluğu hiç yakalayamadım.
Düşünmekten beynim yoruluyor olabilirdi ama hala aklım başındaydı o yüzden ben de her akıllı 18 yaşındaki üniversite öğrencisi gibi meditasyonu bırakıp Sakarya Caddesi’nde arkadaşlarımla bira içmeye başladım.
keşişlerin yaşadığı binalar

Ve bundan 20 yıl sonra, düzenli olmasa da 3 yıllık Vipassana uygulaması ile, 30 Aralık 2012 öğleden sonrasında “dur” dediğimde artık zihnime anlık da olsa söz geçirebildiğimi fark ettim. 20 yıl önce denemeye başlamış, 3 yıl önce gerçekten azmetmiş ve sonunda zihnimdeki maymunları terbiye edebilmiştim.
Bu durumun beraberinde getirdiği mutluluğu tanımlama zor. O bile oldukça dingin ama her bir hücremde hissettiğim çok güzel bir duygu.

Wednesday, January 16, 2013

kararlılık oturumu - 1. gün


Oturumun ilk sabahı. Grupla birlikte 7de kahvaltımı ettim. Bundan sonra tüm yemekler odama gelecek. Duşumu yapıp her şeyimi hazırlayıp başlamak için bir buçuk saatim var.
Takip eden 3 gün boyunca yıkanamayacağımı bilince duş yapmak bile farklı oluyormuş…
Hocanın her gün için farklı uygulamalar vereceğini Pavel’den biliyorum. İlk gün 45 dakika yürüme, 45 dakika oturma meditasyon turları var. Yemek araları dışında oturumlar arası dinlenmeleri olabildiğince kısa tutmam ve gün içinde dışarı çıkmamam gerek. Geceleri herkes uyuduktan sonra oda çok soğuk olursa ya da uyku bastırırsa ana binadaki büyük meditasyon salonuna gidebilirmişim.

manastırdaki odam - oturumdan önceki düzgün hali
Duştan sonra yerleri süpürüyorum, battaniyelerden yürüme meditasyonları için bir podyum yapıyorum çünkü taş yerler çok soğuk, oturma meditasyonlarım için zaten en yumuşak minderleri günler önceden seçmişim. Minderlerin hemen yanına kronometremi, o günkü uygulamanın yazılı olduğu kağıdı ve George’un bana verdiği hediyeyi koyuyorum, onun dışında ilgimi dağıtabilecek her şeyi toparlayıp başka bir battaniyenin altına tıkıştırıyorum.

8:36da ilk yürüme meditasyonuma başlıyorum, kısa aralar vererek akşama kadar devam ediyorum. Herkesin yemekte ya da çantingde olduğu saatlerde ormanda biraz yürüyorum ya da bir bardak çay alıp yere oturup ağaçların tepelerine bakıyorum, çünkü içerdeyken gözlerim ya kapalı, ya da hep bir metre öteye bakıyor ve bir süre sonra bu yorucu oluyor.

Öğlen yemeğimi almak için kapıyı açtığımda Pavel’in bana bir baş karnabahar ve bir sürü taze fasulye bıraktığını görüyorum. Haftalardan sonra ilk defa çiğ sebze yiyebileceğim için inanılmaz mutlu oluyorum. (Ben de mandalinalardan bir kardan adam yapıp Rusça bir teşekkür notuyla Pavel’in kapısına bırakıyorum.) Akşama doğru da George pencereme motive edici kısa bir not mandallamış. Evet kimseyle konuşmuyorum ama sadece bir meditasyon kursunda yolumun kesiştiği insanlarla aramızda bu kadar derin bir bağ ve destek ağı oluşmuş olması beni çok etkiliyor.

Ancak hava karardıktan sonra her şey zorlaşmaya başlıyor. Uykudan başka bir şey düşünemez oluyorum. Gece 10 gibi gibi artık ne ayaktayken bacaklarımın titremesine ne de otururken belimin ağrımasına dayanamayıp saati kurup 15 dakika yatakta uzanma meditasyonu yapıyorum – ya da yaptığımı sanıp uyuyakalıyorum. Hangisi ayırt edemiyorum ama iyi ki saati kurmuşum, yoksa kesin uyur ve ancak sabaha uyanırdım. O kısa dinlenme beni gece 4 saat daha idare ediyor.

Gecenin 2sinde odamda yeri battaniyelerle kaplamış, ayaklarımda çift kat çorap ve başımdan ayak bileklerime kadar sarındığım başka bir battaniyenin içinde aynı 5 metreyi bir o yana bir bu yana yürüyüp sadece süre doldurmaya çalışıyorum. Karşı bloktakilerin horlaması geliyor arada, kıskanıyorum. Uykusuzluk nasıl bir paranoya yarattıysa hayvanlar bana saldıracak diye kapıdan dışarı burnumu uzatamıyorum bu yüzden de sıcak su alıp çay içemiyorum. Ve her ne yapıyorsam bunu 4 saat daha yapmaya devam etmem gerek, çünkü Phra B ile sabah 6:30da görüşeceğiz ve o bana bir sonraki günün programını verecek.

Gecenin en zor saatleri ve ben 45 dakika yürüme 45 dakika oturma meditasyon turlarıyla o 4 saati tamamlamalıyım… Zaten 12 saattir aynı şeyi yaptığım için tükenmiş durumdayım. Bazen adım atamıyorum çünkü bacaklarım çok titriyor, bir ayağımı yerden kaldırdığım an dengemi kaybediyorum. Bir sonraki adımı atacak gücü bulana kadar sadece ayakta duruyorum. O güç bazen 1 dakika bazen de sayamadığım kadar çok dakika sonra geliyor… O an zorlasam bacaklarım beni taşımayacak ve düşeceğim, bunu biliyorum. Otursam da bir daha asla kalkamayacağım.

Daha da ilerleyen saatlerde en kötü şey oluyor; şüphe. “3 gün uykusuzluk acaba sağlığıma zarar verecek mi, bu kadar bel ağrısı hiç hayırlı değil, kendimi bu kadar zorluyorum ama ya hiçbir şey olmazsa” gibi düşünceler gelmeye başlıyor. Şüphe her şeye düşman ve bedensel ağrılardan daha yıkıcı bunu çok iyi biliyorum. Şüphe beni vazgeçirmek için zihnin son ve en vurucu hamlesi…
Hocadan, teknikten ya da uygulamadan emin olmayarak ilerleme kaydetmek mümkün değil. İlerlemeyince de zihin kendi başına buyruk, oradan oraya atlayan ve hiç susmayan hayatına devam edebilecek. Oysa ben onunla işbirliği yapmak istiyorum ve bu da iki taraftan da fedakarlık gerektiriyor. Zihin fedakarlığı hiç sevmiyor aksine gittikçe daha da yerinde duramaz, daldan dala konar hale gelmek istiyor. Bu durumu neredeyse hemen fark edebildiğime ve şüphe duyan zihnimi gözlemleyebildiğime göre bir yerlerde bir şeyler gelişiyor olsa gerek. Vazgeçebilirdim, taa aylar sonra fark edip “tüh, zihnim bana oyun oynamış” diyebilirdim, oysa zihnimde olanları neredeyse hemen fark ediyorum. Saatlerden sonra ilk defa bu bana kendimi çok iyi hissettiriyor ve o noktada her şey değişmeye başlıyor.

Saat 5e yaklaşırken mucizevi bir şekilde uykum da açılmaya başlıyor. “Yeter” diyecek kararlılığı da buluyorum kendimde. Hava karardığından beri bir şeylerden mutsuz olup meditasyon yapıyormuş gibi yapıp aslında göz ucuyla saati kontrol edip süre doldurmaya çalışıyormuşum.
Oysa belki bu hayatta bir kere karşıma çıkabilecek nefis bir fırsat, ne yaptığını bilen deneyimli bir hocanın gözetimindeyim. Kolay başlamadı (hatta ilk gece tahminimden çok zor geçti) ama sadece olumsuza, zorluklara, zayıflıklarıma odaklanarak harcamamalıyım bu fırsatı. Ağrıların, uykusuzluğun, paranoyanın ve soğuğun kurbanı gibi davranmak ve şikayet etmek harika çünkü o zaman bir şeyler ters giderse suçu üzerimden atabileceğim bir sürü durum var. Dizim ağrıdı oturamadım, çok üşüdüm uyuyakaldım gibi…

Bunu fark etmek bir gecemi aldı ve beni çok yordu fakat belki de ilk günün en önemli dersiydi. Bilinmeyen şeylere adım atarken bazen korkudan bazen belirsizlikten her şeyimizle kendimizi bırakamayız. Fazla temkinli olmak da o o deneyimden alabileceğimiz her şeyi almamızı engeller.
Yaz başında denize ilk defa girerken üşüme korkusuyla adım adım girenler en çok acı çekerler ve yüzmeye başlayabilmeleri çok zaman alır. Oysa iskeleden atlayanlar saniyeler içinde kulaç atmaya başlarlar.
Ben de gece boyu sadece ayak parmaklarımı denize sokmuşçasına meditasyon yapmışım ve ne tam içeride ne de dışarıda olmak beni çok yormuş. Kendimi bırakıp tam teslim olabildiğim noktada ise her şey değişti, 24 saatlik uykusuzluğa rağmen ilk defa güçlü ve iyi hissettim kendimi.

Monday, January 14, 2013

kararlılık oturumuna hazırlık


Kursun 14. gününde Phra B beni çağırıp, Kararlılık oturumunu anlattı. Bana hiç konuşma fırsatı vermedi, “Şimdi bir şey söyleme, 2 gün sonra seni tekrar çağıracağım o zaman kesin kararını söylersin” dedi. Anlattıkları çok mantıklıydı, 3 gün boyunca belirli bir programa meditasyon yapmanın sinir sisteminde yaratacağı değişimleri anlattı. Uyumama, yıkanmama konuşmama kurallarının sebeplerini çok mantıklı şekilde açıkladı. Beni can evimden vuran kısmı bu oturumun meditasyon pratiğimde belki 3-4 yıllık düzenli uygulama kadar gelişme sağlayacağını söylemesi oldu – daha ne isterim ki... İstersem birinci günün sonunda bile bırakabileceğimi söyledi. 2 gün beklememe gerek yok aslında, ben de başlayacağımı biliyorum, Phra B’de bunu biliyor. İkimiz de sadece formaliteleri takip etmek adına 2 gün bekledik.

Manastırda olduğum sürede aslında 21 günlüğüne gelmiş olan 3 kişi Kararlılık oturumunu yapmamaya karar verip 17. günde kurstan ayrıldılar. Ara sıra düşünmüyor değilim, onların fark ettiği ve kendilerini koruduklar birşeyler var ve ben onu gözden mi kaçırıyorum diye. Artık fark etmiyor gerçi, her ne olursa olsun ben başlıyorum.

George'un düşünceli hediyesi - hala yanımda taşıyorum
Benden bir gün sonra Pavel, benim bitirdiğim gün ise George Kararlılık oturumlarına başlayacaklar. Başta bizim aramızda olmak üzere tüm manastır ahalisinde nasıl sıkı bir dayanışma ve bilgi paylaşımı var anlatamam. Kantinci bile bugün bana “Kadınlar daha dayanıklı, sen çok kolay yapacaksın” diyerek göz kırptı. Havalar bu ara soğuk, özellikle geceleri. Oturumları bitip merkezden ayrılanlar bana çok güzel battaniyeler, çoraplar ve çaylar bıraktılar. Pavel tüm deneyimlerini paylaştı, neler almam gerektiğini anlattı. Oturum başlamadan önceki gece de bir paket çekirdek getirdi, ben de ona badem verdim. Bir de sebze satan bir yer bulmuş, yarın brokoli alıp kapıma bırakacak – haftalardan sonra taze sebze yiyebileceğim bu çok değerli. Komşum Anne ile birlikte pet su şişelerini kesip içine toprak doldurup mumluklar ve tütsülükler yaptık. George bugün benimle pazara geldi, aldığım kilolarca meyveyi taşımama yardım etti. Bir de nefis bir hediye yapmış bana. manastırda ayna yok diye sızlanıp duruyordum, pazardan bir cep aynası bulup üzerine "I do it" yazmış.  Dağ başında bir manastırdayız, burada hiçbirşey olmadığı düşünülünce nasıl süslü, nasıl özenilmiş… Müthiş duygulandım.

Destek oldular ama bir yandan da hem George hem de Pavel çok dalga geçtiler, manastırın tarihi boyunca kimse Kararlılık oturumuna senin gibi hazırlanmamıştır diye. Fark etmedikleri, aslında aldığım her çeşit meyveyle, katlayıp bir kenara koyduğum her battaniyeyle aslında ben kendimi duygusal olarak da bu oturuma hazırlamaktaydım. Onlar pek “biz hiç hazırlanmadan da yapıveririz” diye dolanıyorlar. 3 gün sonra göreceğiz hazırlanmak mı hazırlanmamak mı daha iyiymiş.

Bir deneyeyim, bakalım nereye kadar gidecek diye başlayacaktım bu oturuma, oysa biraz baskı hissetmeye başladım. Bu kadar hazırlıktan, destekten sonra “Uykum geldi, bana müsaade” diyerek ikinci günde bırakamam artık.

Sunday, January 13, 2013

manastır günleri - 6

yatakhanelere inen yollardan biri

Kararlılık Oturumunu öğrendiğim ilk an “Yok artık nasıl 3 gün yıkanılmaz? Bana göre değil ben yapmayacağım” dedim. Meğer bazıları uyumamaya bazıları yıkanmamaya bazıları ise göz teması bile kurmamaya takılır ama herkes mutlaka ilk anda aynı aşırı tepkileri verirmiş. Birkaç gün geçince 21 günlük kurs için gelenlerin bir kısmı Kararlılık oturumunu kabul eder, bir kısmı da reddedip 17. günde manastırdan ayrılırlarmış.
Uykusuzluk fikrinin uykumu kaçırması çok ironik ama ben de duyduğum ilk iki gece düşünmekten uyuyamadım.
Fakat “yok artık” dediğim ilk andan beri biliyordum ki ben bunu bir şekilde deneyeceğim. Sadece bu fikirle yüzleşebilmem 2 gecemi almış oldu.

Sonra tarih yaklaştıkça gittikçe içime kapanır oldum. Yemek, çanting ve çamaşır yıkamak dışında ben de genelde odamda perdeler kapalı meditasyon yapıyorum. Kurs tam kapasite, ama benim konuştuğum sadece iki kişi var; George ve Pavel. Pavel daha önce 21 günlük kursu tamamlamış, şimdi 12 günlük ileri seviye kursta ve benden bir gün sonra ikinci kere Kararlılık oturumuna başlayacak. George’un ilk meditasyon deneyimi ve ben bitirdikten 2 saat sonra onun oturumu başlayacak. Acemiler olarak George’la bir anda kaynaşıverdik. Halimiz komik, yemeklerden sonra, meditasyon aralarında falan binaların arkasında kaçak liseli aşıklar gibi buluşup fısıldaşıyoruz. Ancak bizim gündemimiz sadece “Bendeki fazla battaniyeleri oturumdan sonra yıkayıp senin kapına bırakırım, geceleri floresan yerine mum ışığında oturmak daha az yorucuymuş başlamadan mutlaka mum al, 45 dakikalık oturumlarda belin ağrırsa şu şekilde otur” gibi taktik paylaşımlar.
meditasyon salonundan yatakhanelerimiz

George gelmeden önce 21 günlük kursun son 3 gününün böyle bir oturumla biteceğini biliyormuş, hatta buraya gelmesindeki temel sebep kendini bu oturumla test etmekmiş. Ben de her zamanki gibi “Bonnie’ye iyi gelmişti, zaten Chiang Mai’i de özlemiştim, web sitesini ilk görüşte kanım kaynadı” gibi üfürük sebeplerle atladığım için ancak kursun 8. gününde yan odamdaki bu oturuma başlayınca tesadüfen öğrenmiş oldum. Önceden bilsem yine de buraya gelir miydim gerçekten emin değilim. Ancak  deneyimlerle emin olduğum iki şey var:
* Eğer herhangi bir şey bende bahane bularak kaçma isteği yaratıyorsa onu yapmam gerek, çünkü sonunda mutlaka iyi ve beklenmedik bir değişim oluyor.
* Sebebini henüz bilmiyorum ama Kararlılık oturumu beni korkutuyor. Cesaret çoğunluğa korkutucu gelen ama beni hiç etkilemeyecek şeyleri yapabilmek değil, kendi korktuğum şeyi bilip onun üzerine gitmek. Bunu yapmak da benim için yeni bir cesaret deneyimi olacak. Hem de daha başlamadan önce yarattığı tepkilere bakarsam oldukça derin bir deneyim olacak gibi görünüyor.

Ve cesaret adına yaptığımız her ne ise, derinde bir yere değmeden yüzeyden geçiveriyorsa, içimizde bir değişim yaratmıyorsa, var olan bir kalıbı yıkmıyorsa, hayata daha farklı bakmayı sağlamıyorsa, ertesi gün yere daha bir özgüvenle basmayı sağlamıyorsa gerçekte ne işe yarıyor ola ki?

Friday, January 11, 2013

aci biber ve yılbaşı


Dhamma Java Vipassana merkezi
İlk Vipassana meditasyon kursum bundan tam 3 yıl önceymiş. 2009 Aralığının son haftasında Java adasında bir dağ tepesinde 70 kişiyle birlikte askeri bir düzende Vipassana’yı öğrenmeye başlamışım. O kadar şok ediciydi ki ilk günlerim hiç aklımda kalmamış. Ama çok net hatırladığım nadir şeylerden birisi yıkanma problemiydi; 40 kadın, gün içinde duş yapabileceğimiz maksimum 2-2.5 saat zaman ve 3ünde sıcak su olan 5 banyocuk. Ha, dağ tepesinin özellikle sabahları çok soğuk olduğunu da ekleyeyim. Böylece günün görece sıcak öğle saatlerinde ve sıcak su akan duşlardaki yığılmayı tahmin edebilirsiniz. Zaten yemek, çamaşır yıkamak, diş fırçalamak için her gün sıraya girmekten fenalaştığım için ben de her sabah titreyerek soğuk su akan duşta yıkanıyordum.
Şanslıysam kahvaltıda mutlaka taze acı biber oluyordu ve ben sabahın 7sinde o biberden birkaç ısırık alıp ağzımdaki cayır cayır yanma belki bu sabah üşümemi engeller diye suyu açıyordum… Engellemiyordu.

1 Ocak 2010 sabahı yine bu rutinle duşa girmişken bir anda Türkiye’deki arkadaşlarım aklıma geldi. Orada saat yaklaşık sabah 1:30du, yani yeni yıl eğlencelerinin bitmeye başladığı saatler. Herkes bir şekilde yeni yılı kutluyordu; Ailesiyle, sevgilisiyle, ya da yeni bir sevgili bulma umuduyla, evde ya da dışarıda, özenerek giyinmiş, kuaföre gitmiş ya da en özel yemekleri pişirmiş, biraz fazla içmiş, kesinlikle çok yemiş, “çıkmaz ama” diyerek çeyrek bilet almışken, birbirine yeni yıl dileklerini sms atarken… Ben ise Java’da hiç tanımadığım ve dilini bilmediğim Endonezyalılarla, dağ başında, günde 11 saat meditasyon yapmaya çalışıp bel-bacak ağrısından kıvranırken bir de, “acı biber yiyince acaba daha az üşüyerek yıkanabilir miyim” gibi formüller geliştirmeye çalışıyordum.
Dhamma Java Vipassana merkezi (sağ taraf erkekler, sol kadınlar için. merkez boyunca arada duvar var)

Niye sorusuna da cevabım yoktu üstelik… 1 Ocak 2010 sabahı o duşta titrerken “Nerede yanlış yaptım?” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Oysa bir önceki yılbaşını ben de Dubai’de can arkadaşlarımla nefis bir otelin Japon restoranında kutlamıştım, yani her şey “normal”di. Ama artık o hayat beni istemiyordu, ben de o hayatı istemiyordum.
Ne istediğimi bilmiyordum. Ancak ne kırmızı don giyilen ve çok eğlenilmesi gereken yılbaşı partilerini, ne de yaptığım/yapmadığım her şeyi garip bulup bunu da bakışlarıyla belli eden yabancıların arasında azınlık olmayı istemediğimi çok net hatırlıyorum.

Aradan tam 3 yıl geçti. Artık ne Endonezya’da, ne de dünyanın herhangi bir yerindeki meditasyon kamplarında garip ve azınlık gibi hissetmiyorum kendimi. (Manastır hayatına bu kadar alışıvermek iyi midir bilmiyorum.) Ama artık hayatta ne istediğimi biliyorum – ki bu başlı başına muhteşem bir şey.

Asıl anlatmak istediğim şeye pek uzun ve dolaylı bir giriş yaptım; Tarih tekerrürden ibarettir derler ya, 2013e girerken ben yine bir meditasyon oturumunda olacağım. Bu sefer de Tayland’da bir dağın başındayım. Duşlardan sadece soğuk su akıyor. Sıra yok ama banyolarda ayna da yok… Ve bu eğitime gelirken bilmediğim bir şeyi tesadüfen 2 gün önce öğrendim; meğer 21 günlük kursa katılanlar, kursun son 3 gününü “Kararlılık oturumu” denen bi şeyle geçirirlermiş. Kararlılık oturumu bir sabah 08:30da başlarmış, takip eden 70 saat boyunca odada, hiç uyumadan, hiç konuşmadan, hiç kimseyle göz teması bile kurmadan ve (sıkı durun!) hiç yıkanmadan sadece meditasyon yaparak geçermiş! Hah, ben soğuk su için mızırdanırken 3 gün boyunca onu bile bulamayacağım hiç aklıma gelmezdi. Ve hesaplarıma göre Kararlılık oturumum 29 Aralık sabahı başlayıp 1 Ocak sabahı bitecek.

Yine herkesin kırmızı don giydiği, sevgililerini öptüğü, bir şeyleri fazla kaçırdığı, milli piyangoya küfrettiği saatlerde, ben acı biber çözümlerinden, 72 saatlik uykusuzluğun ve meditasyonun üzerine hiç kimsenin hiçbir içkiyle yakalayamayacağı bambaşka alemlere terfi etmiş olacağım.

(23 Aralık 2012 gecesi yazılmış ve edit edilmeden buraya aktarılmıştır)

Thursday, January 10, 2013

manastır günleri - 5

“Meditasyonu rahatlamak için yapıyorum” diyenlere de, “Ay dün akşam geçmiş yaşamları temizleme meditasyonuna gittim, kuş gibi hafifleyip çıktım” diyenlere de inanmayın. Eğer bir oturumda rahatladılarsa ya da bir şey temizledilerse yaptıkları şey meditasyon değildir. Gerçekten meditasyon yapanların (meditasyondan hemen sonra) gevşediğini rahatladığını falan henüz görmedim. Yeni başlayanlardan yıllardır meditasyon yapanlara, şu an kursta hepimiz emo ergenler gibi dolanıyoruz. Uzun vadede ve düzenli uygulandığında meditasyon hayatınızda beyin dalgalarınız dahil tahmin edemeyeceğiniz kadar şeyi olumlu yönde değiştirebilir, ancak o aşamaya gelene kadar meditasyon akıl karıştırıcı, yorucu, bel, bacak, sırt ve muhtemel baş ağrıtıcı bir süreçtir.
(themindfulword.org'dan alıntı)

Ben de bu günlerde o karmaşaları yaşıyorum işte.
Birincisi oturumlarım uzadı ve ben 40-45 dakika oturmakta zorlanıyorum. Fizikselden çok zihinsel bir zorlanma bu, beden hareketsiz kalabiliyor ama zihne söz geçirmek çok zor.

En son ne zaman hiçbirşey yapmadan, hiçbir düşünce akışına kapılmadan, geçmiş için vahvahlanıp gelecek için plan yapmaya çalışmadan, hayal kurmadan bir dakika geçirdiniz? Otuz saniye bile durabilen varsa mükemmel. Zihne söz geçirmek, azıcık da düşünmeden durup, sadece şu an olanları fark etmesini sağlamak vahşi bir hayvanı ehlileştirmeye çalışmak gibi.

İkincisi Vipassana, yani içgörü meditasyonu uyguladıkça gerçekten içinizdekileri olduğu gibi görmeye başlıyorsunuz. Bilinçle bilinçaltını ayıran bir kapak var ya, Vipassana önce o kapağı gevşetiyor, sonra da zihniniz güçlendikçe o kapağı milim milim aralayıp içeridekileri görebilir hale geliyorsunuz. Yıllarca kendinizi korumak adına, gururla, egoyla, ya da sadece yanılgıyla bilinçaltına bastırıp ittirdiğiniz şeyler, oldukları gibi karşınıza çıkıveriyorlar. Bu yüzden de görüp fark ettikleriniz nadiren hoşunuza gidebilecek şeyler oluyor. Zaten Budizmde bunlara kir (kilesha) deniyor. Sütten çıkmış ak kaşık olduğunuz düşünürken aslında başkalarına haksızlık yapabilen, sinirini kontrol edemeyen, bencil, açgözlü, yargılayıcı yönlerinizle yüzleşmek çok şok edici ve acı verici olabiliyor. Belki daha da zoru, yüzleştiğiniz bu yönlerinizi bahane bulmadan, kendinize yontmadan, başkalarını suçlamadan ya da kurban rolüne bürünmeden olduğu gibi kabul etmek – zaten değişim de ondan sonra başlıyor.
bilinçaltını izlemek tv izlemekten daha da korkutucu (resim perrybelchersuccess.com'dan alıntı)

Bazı şeyler var ki ta 3 yıl önceki ilk Vipassana oturumumda fark etmişim ve hala oradalar. Bazı şeyler var ki ilk defa birkaç gün önce yüzleştim. Sevmedim gördüğüm şeyleri, “Bu ben değilim yahu” dedim ilk tepki olarak, ama kimi kandırıyorum ki? Ertesi gün Phra B’ye gittim “Bu meditasyonda karşılaştığım kirler var, fark etmiş olmam harika değil mi? Ee ne zaman temizlenecek onlar?” diye sordum. Benim bildiğim bilinçaltındaki bişeylerin bilinç seviyesine çıkması kişinin onlardan kurtulmaya hazır olduğunun göstergesidir, ve ondan sonra kurtulma süreci nerdeyse otomatik olarak işler.  Phra B güldü, zaten bence bizim sorularımızla çok eğleniyor. Karşılaştıklarımın daha çok yüzeydeki şeyler olduğunu söyledi. Daha derine, en kökenine inecekmişim, ve ancak onları kökünden sökecek zihinsel güce ulaştığımda temizlik olacakmış. 3 yıl önce yüzleştiğim şeyler var, hala oldukları gibi duruyorlar dedim, “Demek zihnin yeterince güçlenmemiş, o yüzden bunlar için kaygılanacağına git hadi meditasyon yap” dedi. Peeeeh! Ben onun cevaplarıyla hiç eğlenmiyorum.

Meditasyon yaptıkça zihnim güçlenecek, güçlendikçe bilinçaltındaki bir şeyleri temizleyebileceğim ama aynı zamanda daha derinde ve güçlü kirlerle yüzleşeceğim. Burada asla bitmeyecek bir döngü mü var, yoksa gün boyu meditasyon yapmaktan artık düşünemez hale geldiğim için ben mi bir şeyleri gözden kaçırıyorum?

Üçüncüsü ve bana delirip delirmediğim en çok sorgulatan ise tam “Bir ben vardır benden içeri” hali.
Biraz farklı uygulamaları olmasına rağmen Vipassana meditasyonun temeli zihni bedene sabitleyip daldan dala atlamasını önce yavaşlatmak, sonra da durdurmak, böylece de her şeyi olduğu gibi farkedebilmek.  Örneğin sadece nefesi ve nefesin her aşamasını nötr olarak gözlemlemek bunun en bilinen ve kolay uygulamalarından biri. Teknik detaylara girmeyeceğim, ben sadece bu meditasyondaki gözlemci ve gözlemlenene takılmış durumdayım. Bir seviyede nefes alıp veren bir bedenim var, bir de onu gözlemlemeye çalışan benliğim. Bir de devamlı düşüncelere kayan, “öğlen ne yiyeceğiz, yine bacağım uyuştu, acaba Özlem biletini aldı mı” diye daldan dala atlayan bir benlik var, bunu fark edip “heyyyy, yine düşüncelere daldın, hadi nefesine geri dön” diyen birileri var, bir de tüm bu süreci ve benlikleri sinema perdesinden izlercesine dışarıda olan bi benlik... Tanımlayacak daha iyi bir kelime bulamadığımdan benlik diyorum, Phra B bunlara bilincin seviyeleri diyor, doğrudur. Meditasyonun beni birleştirmesi, zihnimdeki sesleri kısması, mümkünse de beni tek kanallı devlet televizyonu haline getirmesi gerekmiyor muydu? Bense amip gibi bölünüp duruyorum, hangisi ben bilemiyorum.

Phra B işleri iyice karıştırıyor “Gözlemleyebildiğin hiçbirşey sen değilsindir” diyor. Nefes alan, bunu fark eden, düşüncelere dalan ben değilsem ben neredeyim? Ve onlar kim? Kafayı yiyeceğim, her gün bunu farklı şekillerde Phra B’ye soruyorum, ama ne yaparsam yapayım cevap alamıyorum. 4. gün artık beni başından atmak için midir bilmiyorum ama “Zihninden hızlı değilsin, o yüzden bir şeyler sana bölünmüş gibi geliyor. Bu da zihnin seviyelerinden biri. Güçlen, nötr olarak gözlemle hepsi birleşecek” diyor. Aha, Matrix gibi yani? Neo’nun (o ne olduğunu bilmediğim) bilinç seviyesi yeterince hızlandığı için mi o kurşunları tutabiliyordu? Peki filmin senaristi adam o aşmış bilinç seviyesini deneyimleyip de mi senaryoya aktardı? Bu zihnin hangi seviyesi ve daha kaç seviye var? Gibi bir sürü soruyla ve aklım daha da karışmış olarak 90 dakikalık yeni bir oturuma başlamak için odama dönüyorum.

Tanımını ve çözümünü Google’da bulamayacağım durumlarda olmak hiç hoşuma gitmiyor.

Wednesday, January 9, 2013

manastır ahalisi

Asya'da bir manastıra kimler meditasyon öğrenmeye gider ki diye merak ettiniz mi hiç? Ya da gelenler niye gelirler, ne yaparlar diye? Buyurun öyleyse

Çok genelleyerek buradakileri üç gruba ayırabilirim. Meditatörler, turistler ve kraliçeler.

Meditatörler en az 10 günlüğüne geliyorlar. Çok hazırlıklılar. En az 3 takım bembeyaz kıyafetleri, şalları, çorapları oluyor. Kendi çaylarını da getiriyorlar Kısa sürede ortama alışıp, ne nerede öğrenip hemen meditasyona başlıyorlar. Çok konuşmuyorlar, günün çoğunu gözden uzak bir yere kapanmış meditasyon yaparak geçiriyorlar. Nadiren ellerinde bir kupa egzotik bitki çayıyla orman kenarında uzaklara bakarken görülüyorlar. Burası çoğunun ilk meditasyon deneyimi değil. Zaten oturuşlarından belli oluyor, incecik bir minderin üzerinde rahatça lotus ya da bağdaş kurarak oturuveriyorlar. Kendi aralarında fısıldaştıklarında (meditatörler diğer gruptakilerle pek muhatap olmuyorlar) birbirlerine farklı manastırları, meditasyon tekniklerini anlatır ya da yaşadıkları yoğun deneyimleri paylaşır oluyorlar. En az göz teması kuran, en yavaş yürüyen, mumya hiç hareket etmeden en uzun süre oturabilen, çamaşır asarken bile nirvanaya ulaşmış gibi asalet içinde duranlar bu grubun kıdemlilerinden sayılıyorlar.

Turistler ise genelde Asya’da backpacking yaparken “böyle de bir deneyimim olsun” diye en fazla 4 günlüğüne manastıra uğruyorlar. Yaşları genelde 25 altında. Oradan buradan derleme meditasyon kıyafetleri ama mutlaka Teva sandaletleri ya da Crocs terlikleri oluyor. Yeşil polarlarının üstüne muhtemel başkasından ödünç aldıkları 3 beden büyük gelen beyaz gömlekler giyerek meditasyon salonuna geliyorlar, hocayla işleri biter bitmez beyazları (ve hatta üzerlerinde ne varsa) çıkarıp güneşlenmeye çalışıyorlar. Hatta hem kollarını paçalarını sıyırarak güneşlenip hem de meditasyon yapmaya çalışanlar var ki onları izlemek çok komik oluyor… Bir de durmadan fotoğraf çekiyor ya da çektiriyorlar. Henüz hiçbir turistin 15 dakika bile meditasyon yaptığına rastlamadım. 3 dakika oturup sonra akıllarına acil bişey gelmiş gibi ayağa fırlayıveriyorlar. Orada burada yüksek sesle “Oh my god!” diye birbirlerine gezi hikayelerini anlatıp, facebook albümü oluşturacak sayıda resim çekip, aylardır çantalarının dibinde birikmiş kirli çamaşırlarını yıkayıp gidiyorlar. İyi ki de gidiyorlar…. İlk günlerde turistleri gözlemlemek eğlenceliydi ama artık sıkıldım.

Kraliçeler, şükür ki azınlıktalar.. Genelde 10-14 günlük kurslara rezervasyon yaptırıp geliyorlar. Çok şık ve uyumlu kıyafetleri, elektrikli diş fırçaları, mini saç kurutma makinaları, kaşmir şalları, Birkenstock ya da Havaianas sandaletleri oluyor. İlk sabah 5:30 oturumuna mutlaka geç kalıyorlar, utangaç gülümseyerek “Ah, jetlag” diyorlar. Sevgilileriyle, kocalarıyla ya da babalarıyla (daha önce terapistlerinin çözemediği) sorunları oluyor, ilk fırsatta ve sonra yakaladıkları her zaman hocayla bu sorunları her detayıyla paylaşmaya bayılıyorlar. Hayatında eline kadın eli değmemiş bir keşişe sevgili sorunlarını anlatınca aydınlanabileceklerini düşünüyorlar. Birkaç gün geçip de aydınlanma yerine yürümekten diz ağrısı, boş oturmaktan can sıkıntısı, alışık olmadıkları yemekleren gaz sancısı başlayınca mutsuz oluyorlar ve bunu yüz ifadeleriyle belli ediyorlar. Herkes kraliçelerden uzak duruyor, çünkü onlara ilgi gösteren ilk insanı esir alıp tüm dertlerini kusacaklarını biliyorlar. Kraliçeler de genelde aradıklarını bulamamanın hayal kırıklığıyla 14 günlük kurslarını nazik bir bahaneyle yarıda kesip kalan süreyi güneydeki adalarda bronzlaşmak için değerlendirmeye gidiyorlar.

Monday, January 7, 2013

manastır günleri - 4


Kursun ilk haftası bitti, manastıra çoktan alıştım. İnsan devamlı koşuşturup bişeylere yetişmeye çalışırken zamanın nasıl geçtiğini anlamaz. Burada en aktif günümde 15 dakika yürüyüp manastırın girişindeki teyzelerden meyve alıyorum, kalan zaman “Acaba 10 metre yarım saatte yürünür mü?” yavaşlığında meditasyon çalışmalarıyla geçiyor. Buna rağmen zamanın nasıl geçtiğin fark etmedim bile. Duygusal iniş çıkışlarımız dışında günler tamamen aynı, sadece hemen her gün yeni birileri başlıyor, arada da kursu tamamlayıp gidenler oluyor. Her akşam çantingden önceki 10 dakika en heyecanlı anlar, çünkü manastıra o gün düşmüş öğrencileri salona girerken görme şansımız oluyor, hemen onlara bir lakap takıveriyoruz. Bazen oldukça masum olan bu lakaplar sıkıldığımız günlerde acımasızlaşabiliyor. Yeniler ertesi sabah zaten ortama uyum sağladıkları için artık ilgimizi çekmiyorlar.
Bu heyecanlı! anlar dışında zombi hayatımız devam etmekte. Bembeyaz giyinmiş, mimiksiz, tam önünde yere ya da havaya bakan ve az önce futbol maçında sakatlanmış kadar ağır aksak yürüyen 20-25 kişiyiz.
meditasyon salonundan güneş doğuşu

Oturumlarım da 25 dakika yürüme – 25 dakika oturma meditasyonu olarak 50 dakikaya çıktı. Her şeyin çok basit, olaysız ve net belirlenmiş olduğu bir yerdeyiz ama bir günümüz diğerini tutmuyor. Hepimiz ciddi iniş çıkışlar yaşamaktayız; meditasyonun iyi geçtiği günler mutlu, aklımızın dağınık olduğu ya da oturmaktan dizlerimizin ağrıdığı günlerde de suratımız bir karış dolanıyoruz. Phra B’ye dert yanmaya çalıştığımızda bize gülümseyerek “Devam devam” diyor, “Hayat da aynen böyle iyi ve kötü günler hep olacak. Bu gün iyiydi hep böyle devam etsin diye tutkuya kapılmak da, dün çok kötüydü bir daha asla böyle bir gün yaşamayayım diye kaçınmaya çalışmak da sizi mutsuz eder. Her durumu her duyguyu olduğu gibi gözlemleyin ve meditasyonunuza devam edin” diyor. Ben de deniyorum. Bu denemeler bile bazı gün oluyor, bazı gün olmuyor.

Ancak fark ediyorum ki önceki kurslara göre biraz daha rahatlamışım; önceden darmadağınık bir meditasyon günü geçirdiğimde hırslanırdım. O kadar uğraşıyorum, nerede hata yapıyorum diye düşünmekten kendimi alamazdım. Yüzünde meditatif bir ifadeyle kımıldama ihtiyacı hissetmeden oturanlar varsa kendimi onlarla kıyaslamaya başlardım. Bu sefer öyle duygular pek kalmamış. Bugün böyle, yarın kesinlikle farklı olacak diyebiliyorum ve genelde o farkı iyi ya da kötü diye etiketlendirmeden sadece gözlemleyebiliyorum.
yamaçta bir keşişin heykeli, kim bilir kim o leopar desenli şalı omuzlarına örtüvermiş

Yine de aklımı kurcalayan bir şey var; bir hafta geçmiş olmasına rağmen bu kursun neden bu kadar rahat olduğunu anlayabilmiş değilim. Burada öğretilen Vipassana tekniği farklı ve ben onu öğrenebildiğim için kendimi şanslı sayıyorum. Ancak günün sonunda evimde oturup günde 6-8 saat meditasyon yapsam kendimi hissedeceğimden pek bir fark hissetmiyorum. Çünkü bu kurslarda bir zorluk, bir zorlama olması gerek. Belirli bir miktar baskı egonun kabuğunu kırar ve ancak o kırılma noktasından sonra yeni bilgiler, alışkanlıklar içeri sızabilir. Burada çok mutluyum, yumuşak yumuşak meditasyonumu yapıyorum, öğleden sonra  ormanda yürüyorum, güneşte saçımı kurutuyorum, kızlar yatakhanesinde bittiyse erkek yatakhanelerine dalıp çay alacak kadar da özgür bir ortamdayım. Phra B’nin anlattıklarından etkilenip dersler çıkarıyorum, her gün olabilecek en nefis doğa koşullarında en az 6 saat meditasyon yapıyorum ama kırılmak bir yana kabuğum çatlamadı bile.
Sanırım rahat bana batıyor …

Sunday, January 6, 2013

manastır günleri - 3


İlk sabah 05:00de uyandım, yüzümü yıkayıp Dhamma konuşması için meditasyon salonuna gittim. Dhamma konuşması da manastır hayatının olmazsa olmazlarından, Budizm başta olmak üzere her konuda olabiliyor ve çok güzel bilgiler/dersler/çıkarımlar içeriyor. Konuşmayı veren keşiş iyiyse bazen ülkenin dört bir tarafından onbinlerce insan dinlemeye gelebiliyor, ya da konuşmalar kitaplaştırılıyor. Bizim hocamız çok bilgili, konuşkan, şeker ve anlattıklarını an be an mimikleriyle yaşıyor… Biz batılı zihniyetler en basit konuları bile anlayabilelim diye genelde zengin hikayelerle örnekler de veriyor. İlk birkaç gün sabahın 5buçuğunda yerde bağdaş kurup hikaye dinlemek zor geldi ama sonra öyle alıştım ki, sabahın karanlığında salona birinci gidip önden minder kapar oldum.

Yürüme meditasyonu (Ajahn Brahm'ın sitesinden alıntı)
Burada benim için ilk olan diğer şeylerden biri de sadece oturarak meditasyon yapılmaması. Oturarak, ayakta, yürüyerek ve uzanarak meditasyon uygulamaları var. Bunlar insanın bir gün içindeki 4 hali ve hepsine göre meditasyon teknikleri var diye anlattı hocamız, pek mantıklı. İlk gün herkes 15 dakika yürüme – 15 dakika oturma meditasyonuyla başlıyor. Hayatında hiç meditasyon yapmamış biri bile 15 dakika oturabilir, ya da yürüyebilir. Kursta kalış uzunluğuna göre hem süre artıyor, hem de tekniğe ek adımlar geliyor.

Diğer bir ilk ise bu kursun çok yumuşak ve rahat olması. Katıldığım ve arkadaşlarımdan duyduğum tüm meditasyon kursları hem çok yorucu hem de ordu disiplininde. Burada da ilk geldiğimizde bize bir “yapılmayacak şeyler” listesi verdiler, ama bu kurallara uyup uymadığımızla kimse pek ilgilenmiyor. Gün içinde nerede, ne kadar süre meditasyon pratiği yapacağım bana kalmış, ister ormanda ister salonda ister odamda. İstersem perdeleri kapatıp tüm gün odamda uyuyabilirim. Konuşmak yasak ama yemekhane ve meditasyon salonu dışında birşeyler fısıldaştığımızda kimse karışmıyor. Laptopuma, cep telefonuma kimse el koymadı. Hatta ormanın içinden kestirme bir yol var, oradan aşağı pazara inip ekstra yiyecek bile alabiliyoruz. Bu kadar rahatlık çok güzel ama belirli bir motivasyon ya da öz disiplinle gelmemiş olanların bişeyler öğrenmesi çok zor. Çoğunluk bu disiplinde ve yemek saatleri dışında devamlı pratik yapıyor. Ancak günde sadece 2 tur meditasyon yapıp kalan süreyi güneşlenerek geçirenler var, onlara bile kimse karışmıyor.

Sonraki gün uzun süreden sonra ilk defa nasıl hep bi yerlere koşturmaya ve yetişmeye çalıştığımı fark etim; İstanbul hayatı malum, üzerine 2 aktarmalı uçuş, üzerine manastıra yetişmek derken aslında nerdeyse bir yıldır devamlı her şeyi daha hızlı yapmaya çalışıyormuşum. Üstelik de kendimi yavaş ve sakin sanıyorken…
Bir önceki gün meditasyonlarımın çoğunu odamda yapmıştım. Dışarıda küçük bir meditasyon kulubesi var, çoğu kişi onun çevresinde yürüme meditasyonu yapıyor, sonra içeri girip oturma meditasyonuyla devam ediyor. Ara vermek isteyenler de merdivenlerde oturup biraz güneşlenebiliyor – tam üçü bir arada lezzet. Zaten orayı da bir kolaçan edeyim derken diğer meditatörleri görüp de farkettim ki ben yavaş falan yürümüyormuşum, hala İstanbul hızında koşturuyormuşum. Başkalarını gözlemleyip taklit etmeye çalışmak beni gerçekten yavaşlattı.

Ve 25-30 santimlik bir adımı atmak 30 saniye sürecek kadar hareket ve hareketsizlik arasındaki noktaya geldiğimde ilk defa dışarıda ormanı, güneşi, kuşları ve içimde de bir dağın tepesinde meditasyon yapıyor olmanın coşkusunu içimde hissettim.

O an çok önemliydi. Hem bedenim hem ruhum birkaç günden sonra ilk defa bir arada manastırdaydılar.

meditasyon kulübem
Her gün o kulübenin arkasında yapıyorum meditasyonlarımı ve yere bastığım her an o coşkuyu tekrar tekrar yaşıyorum.
Bir yere ulaşmaya çalışmadan, bir adımın her aşamasını, en küçük kas hareketlerini, hareketsizlik anlarını, ve ayağın ilk temasıyla yeri hissetmek bambaşka.

Ve yeri gerçekten hissedince kökensiz korkular da eriyiveriyor sanki. Hayatta bacaklarımız titretecek kadar korktuğumuz zamanlarda, koşmamız gerektiğinde, durmamız gerektiğinde ya da buzda kayıp düşünce… Her ne olursa olsun yeryüzü hep orada – hep bizi tutuyor, destekliyor. Bazen en kötü zamanlarda şunu hatırlamak gerek sanırım: Her ne olursa olsun düşebileceğim en dip nokta aslında yeryüzü, ve oradan tekrar ayağa kalkmak da sadece bir bacak yüksekliği.

Friday, January 4, 2013

manastır günleri - 2


Seyahat planlama kısmında biraz zayıf kalmışım; önce Adana’dan Bangkok’a 27 saat süren bir yolculuk yaptım, Bangkok’ta 2 gün evrak işleri peşinde koşturdum (dünyada internetten 2 sayfa çıktı almanın daha meşakkatli ve pahalı olduğu kaç başkent vardır bilmiyorum). Üzerine de Chiang Mai’e bir yataklı tren yolculuğu yaptım aman aman... İstanbul’daki soğuktan kaçtım derken Şubat’ta pencere açık uyusam daha rahat edebileceğim bir ısıda 17 saat hipotermi tehlikesiyle geldim. Meğer Tayland’ın klimalı trenleri soğuğuyla ünlüymüş de benim haberim yokmuş.


Ben trenden inince biraz gezinirim, bişeyler yer sonra manastıra çıkarım derken trenin rötar yapmasıyla hiçbirşeye vaktim kalmadı. Manastrın programı çok katı; 14:00te kayıt ofisinden içeri girmediysem paşa paşa tekrar aşağı inip ertesi gün geliyorum. Yetişeyim diye bir taksiye normalin 6 katı fazla para verip dağa çıktım. Araçlar bir yere kadar çıkıyor, sonra 300 basamak tırmanmak ya da teleferiğe binmek gibi seçenekler var. Manastırın girişi nasıl kalabalık, nasıl bir karmaşa, zaten trenin soğuğu, şehrin sıcağı derken sersem gibiyim o an her şey gözüme korkunç görünüyor. Aylardır hayalini kurduğum manastıra giriş anı hiç böyle bir şey değildi… Meğer o gün kutsal Buddha günüymüş, kalabalık da ondanmış. Hatta sabahtan Tay prensesi de teşrif etmişler.

O gün kursa başlayacak olan 4 kişi toplandık, bilgilendirildik. Sonra kalacağımız merkeze bizi götürecek çocuğun peşine düştük.

Hani Doi Suthep’e tırmanmak ne zormuş, gelenler 2 gece dağda yatar öyle dönermiş de devlet bile bi el atıp yol yapamamış diye anlattım ya… Ben bunları önceden biliyor olsam adımımı atmazdım buraya yahu. Rehber çocuk manastırda yaşıyor, inmeye çıkmaya alışık, gruptaki diğer kişiler de backpacker gençler. Bense yokuş-iniş-merdiven falan sevmem. (Sevmem bu kadar gün meditasyondan sonra ultra yumuşatılmış bir ifade) Üzerine para verseniz ben Levazım’da, Gümüşsuyu’nda falan oturmam, benim dünyam tepsi gibi düz olmalı. Belki tatlı meyillere ikna olabilirim ama fazlası asla!

Ve fakat Doi Suthep bir dağın en tepesi ve şöyle kademelendirilmiş; teleferikle çıkılan en üst noktada stupa var, burası ziyaretçilere açık, onun altında taraçalandırılmış birkaç katta keşişlerin yaşadığı manastır kısmı var, onun da altında IBC. Sonrası dimdik yamaç ve orman. Yani 21 gün boyunca dağın ortasındayım, düzlük yok, ya ineceğim ya çıkacağım. “Nirvanaya erişmeye çalışırken düştü bacağını kırdı” manşetleri gözümün önünde uçuşarak ve terden yapış yapış bir halde odama ulaştım. Kalan 20 günü bu odadan çıkmadan nasıl geçiririm planları yapıyorum ama ı-ıhh. Şu bir avuç IBC’nin içinde bile yokuşun merdivenin haddi hesabı yok. Bir de demezler mi, “akşam Budha günü dolayısıyla öğrenciler de stupa’nın oradaki törene katılacaklar”. Kutsal bir tören, denk geldiğim ve (hatta sadece izlemeyip) katılabildiğim için kendimi çok çok şanslı hissetmeliyim. Ama bu oradan oraya sekerek bir tırmanış ve bir iniş daha anlamına geliyor. Neyse grubun en arkasında oflaya poflaya çıktım, törenimizi yaptık.

Bembeyaz giyinmiş 15 batılının ellerinde çiçekler ve tütsülerle, ördek yavruları gibi keşişlerin peşinde stupa’yı 3 tur tavaf etmesi bence törenin en hit anıydı. Hatta buna eminim, çünkü en çok bizim fotoğrafımız çekildi. Ha bir de göz ucuyla görebildiğim kadarıyla sanırım Taylar bizi çok takdir ettiler, yoksa neden herkes bize bakıp gülüyor olsun ki?

Tabii herkes Budha günü heyecanına daldığı için gece ışıkları yapmayı unutmuşlar. Zaten yolumu bilmiyorum, güneş de çoktan batmış… Tam da geçen yüzyılın Budistleri gibi stupanın dibine kıvrılıp yatsam mı diye düşünürken grubumuzdan Avustralyalı bir çocuk şaşkın halime pek acıyıp bana yol gösterdi (sadece IBC öğrencileri bembeyaz giyindiği için birbirimizi tanımamız pek zor olmuyor) ve babaanne hızımla IBC’ye indik.

O gece ne kadar şaşkın ve korkmuş görünüyordum bilmiyorum ama sonraki birkaç gün Avustralyalı çocuk (kursun konuşmama kurallarını çiğneyerek) gelip halimi hatırımı sorduğuna göre pek parlak değildim sanırım.

Thursday, January 3, 2013

manastır günleri - 1


Wat Doi Suthep Tay kültüründe ve Budizmde oldukça önemli bir manastır o yüzden 21 günlük kurstan önce biraz oradan bahsedeyim:
Doi Suthep 1383 yılında Buddha’nın kutsal kalıntılarından birine ev sahipliği yapması için kurulmuş altından bir stupa. Daha o zamanlar çevresinde manastır yok. Budizm için kutsal sayılan günlerde insanlar dağı yaya tırmanır ve saygılarını sunarlarmış. Yol çok uzun ve dağa tırmanmak da zorlu olduğu için de bazen gelenler 2-3 gece stupa’nın yanında uyuyup dinlenir, ondan sonra dönüş yoluna geçerlermiş. Önceki yüzyıl başlarında halk devletten Chiang Mai – Doi Suthep arası yol yapmasını devamlı istemiş. Her gelen hükümet de tekrar tekrar maliyet hesabı yapmış. Ancak yolun maliyeti, Tayland hükümetinin bütçeden ayıramayacağı kadar çok olduğundan hiçbir zaman yapılamamış. Budan yaklaşık 70 yıl kadar önce bu bölgede çok sevilen, halka çok iyilikler yapmış olan bir keşiş halka “Hadi” demiş, “Burası bizim için önemli, el birliğiyle ve devletten para istemeden yapalım şu yolu”. Onun bir sözüyle çevre illerden bir sürü kişi, erzak, malzeme yağmış dağ eteklerine ve yolu sadece 7 ayda tamamlayıvermişler!

Sonrasında stupa’nın yakınında bugünkü manastır da kurulmuş, keşişler de burada yaşamaya başlamışlar. 50 yıl kadar önce buradaki en genç keşişlerden biri Chiang Mai’e inip bir hocadan haftada 1-2 defa İngilizce ders almayı istemiş. Hoca şaşırmış, “Sen manastırda yaşayacak bir keşişsin, neden İngilizce öğrenmek istiyorsun?” diye. Genç keşiş de “Buraya gelen yabancılara Budizmi anlatmak istiyorum” demiş. O İngilizce hocası hala hayattaymış ve bu hikayeyi gülerek anlatırmış, hikayedeki genç keşiş ise Doi Suthep’in abott’u ve şu an Tayland’ın en saygı duyulan kıdemli keşişlerinden biri. Benim şu an meditasyon yaptığım IBC (International Buddhism Center) işte o keşişin 50 yıl önceki hayalini gerçekleştirmesi sonucu kurulmuş bir merkez. Vipassana Meditasyonu en derinlemesine öğreten, bunu da birebir manastır ortamında yapan sayılı merkezlerden.

Gelmeden önce ben de bu kadar detayını bilmiyordum, birkaç gün sonra öğrendim. Sadece geçen yıl beni yönlendiren keşişlerden birinin IBC’nin iyi olduğundan sözettiğini hatırlıyorum. Bir de 3 yıl önce bir arkadaşım sadece 4 günlük bir kursa katılmıştı ve dağdan indiğinde hatundaki değişim inanılmazdı. İnternette uzun dönem Vipassana kursları ararken Doi Suthep tekrar karşıma çıkınca en uzun kurslarına hemen başvurdum. Asya’da Christmas-Yeni yıl tatil dönemi risklidir; meditasyon merkezleri ve yabancılara açık manastırlar da aynı adalardaki resortlar ve oteller gibi bu sezon için aylar önceden dolar. Tatil dönemlerinde her yeri işgal edip kalabalıklaştırırlar ancak yıllık iznini kübıkıl arkadaşları gibi plajlarda içerek geçirmek yerine, 2 haftalık meditasyon oturumuna gelmek için kullanan beyaz yakalara yıllardır müthiş saygı duyarım bunu da belirtmek isterim. Şans mı bilmiyorum ama yer vardı ve kabul edildim.