Friday, February 22, 2013

şamanlık ve azınlık olma halleri


Şamanizm’de 3 dünya var. Üst dünya, orta dünya ve alt dünya. Biz orta dünyada yaşıyoruz. Ancak teta beyin dalgalarına ve böylece farklı bir bilinç seviyesine geçince üst ve alt dünyalara gidebilmek mümkün. Hatta bu “şamanik yolculuk” şamanizmin temel taşlarından biri, orta dünyada kalarak bilgi almak, iyileştirmek vb pek mümkün değil.

Kelt şamanizmine göre alt-orta-üst dünyalar

Biz de eğitimin ilk saatlerinden itibaren bu dünyalara yolculuk alıştırmalarına başladık. 18 kişilik grubun çoğu daha ilk denemeden itibaren bu dünyalara “geçebilmeye” ve şaşırtıcı doğruluktaki detaylarla yolculuklarını paylaşabilmeye başladı. İlk günün sonunda hoca “Kimler henüz herhangi bir şamanik yolculuğa çıkamadığını düşünüyor?” diye sorduğunda gruptan ancak 3-4 kişinin eli kalktı. Hocamız da bütün Amerikalılığı ve bununla gelen her ne olursa olsun olumluyu gören, destekleyen ve motive eden tarzıyla o grubu denemeye devam etmeleri için cesaretlendirmeye başladı.  Özetle batı eğitim sisteminin ve hep sol beyni kullanmayı destekleyen işlerin bazı yönlerimizi körelttiğini, ancak ısrarlı denemelerle onların da “bizim gibi” şamanik yolculuklara çıkmasının çok mümkün olduğun söyledi.

Ben tüm bu motive etme konuşmasını suratımda kocaman bir sırıtma ile izlediğimi fark ettim.
Çünkü alt dünyaya kolayca gidip, rehber varlıklara sorular sorup, aldığım cevapları orta dünya’ya getiren çoğunluktaydım.
Grubumuz her ne kadar küçük olsa da, yaptıklarım, hissettiklerim ya da tercihlerime azınlıkta değildim. Sadece bunu hissedebilmek öyle büyük bir rahatlamaydı ki…
Azınlık değildim
“o garip şeyi yapan insan”, “deli mi ne”, “yok artık”, “aman herhalde abartıyor”, “bunu da nerden çıkardın” değildim.

Solağım, daha ilkokulda sıraya oturup yazı yazarken dirseğim yanımdakini dürtmeye başladığı andan üniversitede final sınavlarında bileğim ağrıdan kasılıp kalmasın diye solak sandalye kapmaya çalışırken
Üniversite birinci sınıfta ailesinden ilk defa ayrılmış her genç gibi kaç shot tekila yarışmaları yerine meditasyon yapacak sessiz bir köşecik ararken (gerçi o yılki tekila açığımı ilerleyen yıllarda başarıyla kapattım)
Herkesin et yemediğinde kendini aç kalmış saydığı ülkelerde veganken ve sosyalleşmeye çalışırken
Ve hatta veganların arasında “ılımlı vegan” olup omnivorlara ceset yiyici diye saldırmadığım için dışlanırken
Türkiye’de kendime Budist meditasyon arkadaşı ararken
Ve tanıdığım bir avuç Budistin hepsi Mahayana (Tibet) Budizmini takip eder ve ben Theravada (Tayland) Budizminini uygularken
Ben genelde azınlıktım – hala da öyleyim.
Bir yerde yerleşik olmamak, mesaili çalışmamak, CranioSacral terapist olmak gibi daha sıra dışı durumları saymıyorum bile…

Daha önce hayatımda azınlıkta olmadığım bir sürü durum olmuş olsa gerek. Ve fakat ben ilk defa o öğleden sonra hocamız maaşlı işlerinden yıllık izin alarak Singapur, Hollanda gibi
ülkelerden Bali’ye gelip de bu kursa katılan, orta dünya ile alt dünyanın farklarını anlayabilmek için maddelenmiş halde liste isteyen gruba “ Cesaretini kırılmasın siz de bir gün şamanik yolculuk yapacaksınız, denemeye devam” dediği zaman kendimi çok keyifli bir çoğunluk-olma halinde buldum.

Bali’den dışarı adım attığım anda büyük ihtimalle “Siz hala wikipedia mı kullanıyorsunuz? Ben başka dünyalara gidip rehber ruhlara sorular soruyorum, doğru cevap garanti” dediğimde fena halde azınlıkta kalacağım ve hatta iyimser tahminle “yazık, bu da işini bıraktıktan sonra kafayı yedi” denebilecek bir durum, bu adada bana çoğunluk ve normallik statüsü sağlıyor.

Ve bu kesinlikle güç ya da iktidar içeren bir çoğunluk olma keyfi değil. Ardı ardına gelen bir çözülmeler ve farkındalıklar zinciri olduğu için keyifli.

Üniversitede psikoloji okurken devamlı tartışıp durduğumuz norm ve normal nedir tartışmalarına ilk defa bu kadar net bir anlam getirdiği için

Dünyanın başka birçok yerinde çok garip karşılanabilecek bir durumun normal kabul edildiği bir adada olduğum için. Ve belki de her şeye rağmen Bali’yi çok sevmemin temel sebebini bu olduğunu fark ettiğim için

Normlarla yaşayanların ya da çoğunlukta olanların değişimi yaratan değil, çook sonradan takip edenler olduklarını fark ettiğim için

Bu farkındalıkla birlikte belki de hayatta ilk defa azınlık olmayı umursamadığım ve bunu burada yazmaktan keyif aldığım için

Friday, February 15, 2013

Bali'de hasta olmak


3 gündür hastayım
İlk gün “biraz yorgunum herhalde” diyerek ciddiye almadım
Kabuslarla dolu bir geceden sonra, ikinci gün sabah iltihaptan bembeyaz olmuş bademcikler ve deli bir baş ağrısıyla uyandım. Günün çoğunu yatakta geçirdikten sonra bir geceyi daha ateşli ve hasta geçirmek istemediğim için Endonezyalı bir arkadaşıma danıştım. “Aa herkes hasta bu ara” bu ara dedi. Benim bildiğin boğaz enfeksiyonu karda kışta olur, dışarısı 32 dereceyken ateşimin olması ve boğazımın ağrıması tuhaf. Oysa Endonezyalı arkadaşım Rana’ya göre enfeksiyonların en rastlanır olduğu zaman yağmur mevsiminin en sıcak günleriymiş.
Sanırım ekvatorun güneyine geçince sadece mevsimler değil her şey tersine dönüyor.

Rana bana Bali’li bir şifacıdan sözetti. Gündüzleri şoförlük yapan, arada da ihtiyacı  olanların evine gidip biraz dua, biraz masaj biraz da kerikan (birazdan daha detaylı anlatacağım)  uygulayarak iyileştiren biriymiş. Benim bildiğim tüm şifacılar uzak köylerde olduğundan ve arabaya binecek gücüm olmadığından kabul ettim. Rana telefon etti ve Joko 1 saat sonra benim evime gelmeyi kabul etti.

Bir saat gecikmiş olan Joko’yu beklerken bahçeden içeri genç biri girdi, “Esin?” diyip cevabımın beklemeden karşımdaki sandalyeye oturdu. “Evet, ya sen?” dedim, güldü “Joko” dedi. A-aa bu daha çocuk ayol! Şifacılığı bırak şöforlük bile yapmaması gerek . Ehliyet almaya yaşı tutmaz ki bunun. Bir de komik, durmadan bişeylerle dalga geçip gülüyor. E benim tanıdığım şifacılar 70-80 yaşında, ciddi, odaya girdikleri an her şeyi titretecek kadar karizmatik, ancak bir o kadar da merhametli ve sevgi dolu insanlar. Karşımda bana tura götürdüğü balayı çiftlerinin anılarını anlatan komik bir çocuk var.
 
Joko'nun henüz resmini çekemedim
bu Bali'nin en ünlü şifacılarından Ketut
Biraz daha muhabbetten sonra Joko masaja başlıyor, Omuzlarıma dokunur dokunmaz “sen çok yorgunsun, neden bu kadar yordun kendini?” diyor. Yaptığımız işlerin benzer olduğunu, ikimizin de insanların iyileşmesi için çalıştığını, ancak benim dengemin son bir yılda fena halde şaştığını söylüyorum. Bir anda ciddileşiyor, kendime iyi bakmazsam başıma gelebilecek kötü şeyleri anlatmaya başlıyor.  Bu arada yaptığı masaj hiç rahatlatıcı değil, hatta bazen fena halde can acıtıcı. Sırtıma biraz masaj yaptıktan sonra gülüyor “kıpkırmızı oldun” diyor, içine çok hava kaçan insanların derisi dokununca hemen kızarırmış.
Bizim soğuk algınlığı dediğimiz şey Asya’da, özellikle de Geleneksel Çin tıbbında ciddi bir durum. Eklemlerde, derinin altında ya da iç organlarda hava olması bir sürü hastalığın temel sebebi olarak görülüyor.

Sol ayağımın altında bir noktaya dokunduğunda zıplıyorum, o kadar çok acıyor. Joko, geceleri geç yemek yiyip yemediğimi soruyor. Midem de yorgunmuş. Sonra yine sol ayağımda iki parmağın arasında bir yere bastırıyor ve tekrar zıplıyorum. “Arada oruç tutar mısın?” diye soruyor, evet dediğimde de tekrar başlamamın iyi olabileceğini söylüyor. Her gün en az 12 saati hiçbirşey yemeden geçirmeliymişim.

Sırtım buna benziyor - çizgiler biraz daha seyrek
Masaj bittikten sonra sıra kerikan’a geliyor. Endonezya’da kerikan, Çin tıbbında ise Gua Sha denen bu uygulamada keskin ya da sivri olmayan bir nesne (seramik bir kaşık, bozuk para vb) yağlanıp vucudun belli bir bölgesinini kazırcasına tekrar eden hareketlerle deriye sürtülüyor. O bölgede tıkanıp kalmış kanın tekrar dolaşıma katılmasını ve biriken toksinlerin cilt yüzeyinden atılmasını sağlıyor. Cildin aldığı renk oradaki hastalığın türü ve ciddiyeti hakkında bilgi veriyor. Görüntü genelde pek hoş olmuyor ancak tam “her derde deva, her eve lazım” bir metod. Gua Sha’yı çok duymuştum, hatta Gizem ve Thomas geçen ay Chiang Mai’de bu uygulamanın eğitimini aldıkları için oldukça iyi biliyordum ama bana ilk defa uygulanacaktı. Joko bir süre sırtımda çalıştıktan sonra “çilek gibi oldun” diyip gülüyor.

Çok sürreal bir durum; bademciklerim iltihaplı ve başım ağrıyor. Buna en doğal çözüm olarak da Bali’li bir adam yağa batırdığı bir bozuk parayı sırtıma sürtüp duruyor ve bunu yaparken de gayet eğleniyor.
En sonunda ellerini sırasıyla alnıma, boynuma ve ayaklarıma koyarak, dua eşliğinde bir arınma ritüeli gerçekleştiriyor. Biter bitmez aynada sırtıma bakıyorum, kırmızı çizgili bir forma giymiş gibiyim. Ama sağ ve sol tarafta renk farkı var, sağ daha koyu kırmızı. Joko yine dalga geçiyor, “sağdaki çilek daha olgun, onu hemen yiyebilirsin” diyerek kahkaha atıyor.

Seans sonunda öğreniyorum ki Joko aslında 35 yaşındaymış (Asyalıların olduklarından 10-15 yaş genç görünmeleri beni hala yanıltabiliyor!). Masaj ya da kerikan konusunda hiç eğitim almamış, aileden gelen bir şifacılığı varmış. Zaten herkesle çalışmazmış. “Bu gece sakın bilgisayarını açma, kendini bir daha bu kadar yorma ve arada başka şifacılardan destek almayı unutma” diye birkaç öğüt veriyor ve gidiyor. Para almadan gidiyor! Peşinde koşup para vermek için ısrar ediyorum ama Joko yine gülerek ve omuzlarını silkerek “İhtiyacı olan birine yardım ettim” diyerek uzaklaşıyor.

Bali’ye gelidğimden beri ihtiyacı olan Endonezyalılarla sadece bağış karşılığı çalışıyordum. Karma’nın bana ödülü bu olsa gerek.
Para vermemiş olmak değil, ihtiyacı olan birine hiç çıkar gözetmeden yardım edebilecek biriyle daha tanışmış olmak beni çok mutlu ediyor.  

Ertesi sabah (yani bugün) 11 saatlik bir uykudan sonra çok daha iyi uyanıyorum. Boğazımın ağrısı geçmiş, iltihaplanma çok azalmış, kaslarımda ve başımda ateşten olduğunu düşündüğüm bezgin bir ağrı kalmış o kadar. Gua Sha izlerim de oldukça hafiflemiş.

Bali’de hasta olmak böyle bir şey. Kimse doktora git, tahlil yaptır, eczanenden şu ilacı al, 3-5 gün antibiyotik yut demiyor.
Rana yılın en sıcak ve rutubetli döneminin salgın hastalıkların en kolay yayıldığı dönem olduğu için hasta olduğumu söylüyor.
Joko derimin altına hava girdiği ve kendimi çok yorduğum için boğazımın iltihaplandığını söylüyor.
Meslekdaşım Jean ise geçtiğimiz günlerde benden kat kat daha güçlü varlıkların enerjiisne maruz kaldığım için hastalandığımı söylüyor – yeni ve daha güçlü enerjilere yer açabilmek için bir tür arınma yaşıyormuşum.

Hepsi geçerli bence, hastalığın asla tek bir sebebi yok. Fiziksel, duygusal, ruhsal dengesizlikler yeterince güçlenince hastalık bir yerden kendini gösteriyor. Doktora gitmiş olsaydım boğazımı muayene edip lokal etkili antibiyotikler verip beni gönderecekti. Hastalığı yaratan koşullarda hiçbir değişiklik yapmadan semptomları giderecektik.
Joko ise ayak parmaklarımdan boynuma kadar her yerimle çalışıyor, boğazıma hiç dokunmuyor ve hiçbir ilaç önermiyor. Daha önce danıştığım tüm şifacıların yaklaşımları da Joko’nunki gibiydi, yerel ve semptomla değil, genel ve sebeple ilgilenip onu iyileştirmeye çalışıyorlar.

Bir saatlik masaj, dua ve bir bozuk parayla gerçekten iyileşme seçeneği varken insanlar neden hastanelere gidip kendilerini kimyasallara boğar ya da kestirirler aklım almıyor?

(En sevdiğim ve güvendiğim Bali'li şifacım Holy Knife ile ilk tanışmamızı İngilizce olarak okumak isterseniz buyurun)

Thursday, February 14, 2013

şaman oldum!


Şaman oldum!

Aslında böyle söylemem doğru değilmiş ve bu, gerçek şamanları oldukça kızdırabilecek bir ifadeymiş. Doğrusu “Temel şamanlık uygulamalarını yapabilmek için gerekli ilk inisiyasyonu aldım” demekmiş.
Ama nedense şaman oldum demekten apayrı bir keyif alıyorum. O yüzden çevremde henüz bana kızabilecek başka bir şaman yokken, yanlış olduğunu bile bile bir süre daha “Şaman oldum” demeye devam edeceğim sanırım.
İskandinav şamanların kullandığı davul

Şaman olduğumu söylediğim hemen her Türk arkadaşım “Aa Orta Asya Türklerinin dini değil mi o?” diye sorduğu için bir parantez açıp önbilgi vermek istedim. Öncelikle Şamanizm din ya da inanış değil. Uygulayıcının genellikle bir başkasına şifa sağlayabilmek için farklı bir bilinç seviyesine geçip, başka boyutlardaki varlıklarla (ruh ya da rehber diyebilirsiniz) iletişim kurması ve onlardan yardım istemesi. Oldukça belirli ve net adımları olan bir uygulama.

Şamanizme ait ilk bulgular Orta Asya’dan gelmekte, fakat dünyadaki hemen her köklü gelenekte Şamanizm var. Kültürel kimi farklılıklar dışında dünyanın birçok yerinde uygulamaları birebir aynı. Güney Amerika’da Mayalar, Kuzey Amerika’da Kızılderililer, İskandinavya’da Samiler ve Orta Asya’da Türkler özünde birbirine çok benzeyen şamanik uygulamaları aynı amaçlarla yapıyorlarmış. Prensiplerin bu kadar evrensel olması beni çok şaşırttı, ve aslında şamanizme olan güvenimi daha da arttırdı.

Şamanlar (benim gibi iki günlük kurs alan çaylaklar değil, gerçek şamanlar) ruhlar alemiyle direkt iletişim kurabildiği, hastaları iyileştirebildiği ve yoldan çıkarlarsa büyü bile yapabildikleri için tek tanrılı dinler tarafından kara listeye alınmış. Şamanlar ortaçağda Avrupa’da, islamiyetin yayılışında Asya’da, kolonizasyon sırasında Amerika kıtasında yakılmış, öldürülmüş. Kalanlar da gizlenmişler. Ölmekte olan bu uygulama birkaç antropoloğun, dünyanın dörtbir tarafında 30-40 yıl süren ısrarcı çalışmaları sonucu tekrar gündeme gelmiş.
İşte ben de o değerli antropologların belki bir kabileyle birlikte yıllarca yaşayarak güven kazandıktan sonra edindikleri bilgileri hap gibi alıverdim.
Kuzey Amerika'dan bir şaman

Şamanizmi ilk 1.5 yıl önce araştırmaya başlamıştım. Türkiye, Tayland ve Bali’de bir sürü farklı ülkeden insanlara CranioSacral terapi uygularken fark ettim ki insanlarda ortak hastalık ve ortak iyileşme kalıpları var. Bambaşka ülkelerden gelen, yaşı, eğitimi, hayat deneyimleri birbirine hiç benzemeyen insanlar, tek kelime İngilizce konuşmayıp ne derdi olduğunu anlatamayanlar, sadece birisi onlara “bu iyi gelecek” dediği için kendini koşulsuz teslim edenler…
İlk bakışta, ya da hikayeleri dinlediğimde çok farklı gibi görünen hastalıklar, şikayetler, sıkıntılar. Ve daha da önemlisi bu rahatsızlıkların çözülme anlarında bireylerin deneyimledikleri, hissettikleri ve yaptıkları arasında çok fark olmadığını gördüm.
Demeye çalıştığım sanırım şu, Tayland’da hiç İngilizce bilmeyen bir kadının mide ağrısı, Türkiye’deki bir adamın terk edilme acısı, Bali’deki turistin boynundaki trafik kazası incinmesi. Her biri bambaşka, hatta alakasız. Ancak bu görünürde farklı olan durumlar bir CranioSacral seansı sırasında iyileşmeden hemen önce benzer işaretleri gösteriyorlar. Ve hemen sonrasında çözülme geliyor.
Bu ne demek düşünebiliyor musunuz?
Kemiklerin, sinir sisteminin, duyguların, ruhun hastalıkları arasında aslında fark yok – ayrımlar yaratmak bizim algımızı kolaylaştırdığı için biz bu bölünmüşlüğü yaratıyoruz.
Görünüşte bambaşka olan insanlar, aslında en özünde aynı – ve o öz doğru koşullar sağlandığında kendini nasıl iyileştireceğini biliyor.

Sibirya'dan bir şaman
Çok dağıttım,1.5 yıl önceki bu farkındalık beni görünenden daha derindeki çalışmalara yönlendirdi. Çevremde hiç şaman yok, ancak başta CranioSacral hocam olmak üzere farklı Şamanizm uygulamalarını kendi çalışmalarına taşıyan bir çok şifacı var. Onlarla konuştukça, çalışmalarını gözlemledikçe ve yarattıkları farkı görünce ben de ilgi duymaya başladım. Sonunda ilk defa “gerçek” bir Şamanizm hocasıyla aynı anda aynı yerde yollarımız kesişti ve ben ilk inisiyasyonu alabildim.

Zaten bu inisiyasyonu aldıktan sonra (eğer şamanlık için doğru kişiysem) rehberlerim beni yönlendirmeye başlarmış. Oturduğum yerde rehber ruhlarla çalışmak oldukça kolay ve maliyetsiz olsa da mesela Peru’ya gidip etten kemikten bir şamanla birlikte 6 ay çalışma fikri cazip gelmiyor değil…

Eğitimden sonraki iki gün süründüm. O kadar yorgundum ki yataktan çıkamadım, bademciklerim iltihaplandı, uykularım bir değişti. Hala tam düzelebilmiş değilim, hava 28 derece ve ben üşüyorum. Bir tür güç çarpmasıymış bu, kendinden kat kat güçlü varlıklarla iletişime geçince böyle şeylerin olması çok doğalmış. Güçlü varlıklar haddimi fazlasıyla aşıp kendime “şaman” diyip durduğum için beni ekstra çarpmış da olabilirler tabii, hak etmedim diyemem.

Sunday, February 10, 2013

neden "artık ayakkabı giyemeyen"?


Yogada ilk öğretilen şeylerden biri yere basmaktır. Ve ancak bir yoga dersinde Tadasana’da (dağ pozu) birkaç dakika kaldıktan sonra ayakta durmakla yere basmak ararsındaki farkı hissedebilirsiniz. Ayaklar paytak değil, paraleldir, ağırlığınız dengelidir, bacaklarınızda güç vardır.
Dağ pozunda belki de ilk defa yerle ilişki kurarsınız.

Yanlış, daracık, sivri burunlu, yüksek topuklu ayakkabıları giymekten ayak kaslarımızın çoğu zayıflar, nasırlar, bereler oluşur. Zaten hayatın akışında, bize sorun ya da acı vermediklerinde ayaklarımızı nerdeyse hiç fark etmeyiz. Günlük hayatta dikkatimiz hep yukarılarda bir yerdedir; çok düşünürüz, her şeyi analiz ederiz, planlar yaparız. Yani genelde sadece kafamızın içinde bir yerlerde yaşarız. Kilomuzdan mutsuz değilsek, skinny jeanlerin düğmesini kapatmaya çalışmıyorsak ya da gym’den hemen sonra aynada hayranlıkla kol kaslarımızı seyretmiyorsak nadiren bedenimizin farkında oluruz. Tüm bedeni, tam da varolduğu halde yaşamaktansa yukarıda kafatasının içinde bir yerlerde hayallerle planlarla tıkış tepiş bir hayat yaşarız, ki bu aslında mutsuzluk getirir.

Oysa bu dünyada yaşamak sadece analitik bir deneyim değil. Dengelenmek ve topraklanmak için üzerinde yaşadığımız yeryüzünü hissetmemiz şart. Platformlu, kalın tabanlı ayakkabılarla, zemininde kat kat kablolar döşenmiş plazalar ya da AVMlerde yürüyerek yeryüzünü hissetmek imkansız. Üzerine bastığımız yerin dokusunu, yeryüzünü, dışarıdaki havanın ısısını hissetmemiz gerek. Bunu yapmanın en iyi yollarından biri de yeryüzüyle aramıza mümkün olan en az engeli koymak – çıplak ayak ya da parmakların hareketine, ayak kaslarının açılmasına izin veren hafif ve az korumalı terlikler giymek. Baştan ayağa bu dünyadaki varlığınızı hissetmek.

Yere yalınkayak bastıkça önceleri kim bilir kimin ayağının kalıbına göre çıkarılmış ve numaralandırılmış ayakkabıların esaretinden kurtulan ayak kasları açılır, böylece aslında dünyayla temasınız ve yeryüzünde kapladığınız alan artmaya başlar.
Bunun anlamını düşünebiliyor musunuz? Çevrenize biriktirdiğimiz şeylerle ya da daha büyük bir evle değil de en çıplak halinizle dünyadaki varlığınızı ve ağırlığınızı artırabilmek…

Yeri hissettikçe beden farkındalığınız da dengelenir. Bedeni fark etmek ise dünyanın kalanını keşfetmek için en güvenli başlangıç noktasıdır. Dünyayı keşfettikçe daracık sınırlarınızdan kurtulursunuz. Ayaklarınız açıldıkça ve özgürleştikçe yaşamınız da aynı şekilde açılıp zenginleşir.
Yere basmak, bir anlamda bu dünyadaki varlığınızı kabul etmeye metafor olur. “Ben buradayım ve bu hayatı getirdiği her şeyle seviyor ve pazarlıksız kabul ediyorum” diyebildiğiniz nokta birçok zincirin kırıldığı ve hayatın nefis olmaya başladığı dönüm noktası olur.

Ayakkabı gitmemek her anlamda özgürlüktür;  önceden belirlenmiş sınırlardan, başkaları ne der diye endişelenmekten, nasırlardan,  modadan, planlarla kurallarla kısıtlanmış bir hayattan özgürleşmektir.
Ve sabahları bu özgürlükle dünyaya gözlerinizi açabildiğinizde, hem bakış açınız hem de yaşamınız değişmeye başlar.

Bu blogdaki yazıların hepsi çıplak ayakla yazılmıştır. İyi, edebi, derin, aydınlatıcı yazılar olabileceklerine dair hiçbir garanti veremem. Ancak her biri "kafadan" değil de deneyimlerden yola çıkarak ve koşulsuz bir özgürlükle yazılıyorlar.

Friday, February 1, 2013

bali'ye mektup

Bali'deki gündelik adaklar (davidrichler.com'dan alıntı)
Bali’ciğim,

Bana çok uzun gelen, senin içinse büyük ihtimalle yokluğumu bile henüz fark etmeye fırsat bulamadığın bir süredir görüşememiştik. İlk ayrıldığımızda seni çok özledim ama çaktırmamaya çalıştım. Her ada üç aşağı beş yukarı aynıymış, her yerde aynı lezzette yaşanırmış ve her yerin yerlileri senin halkın kadar evrimleşmiş insanlarmış gibi davranmaya çalıştım. Buna kalben inanmasam da düzenli olarak tekrar edersem gerçek olurmuş gibi düşündüm – kendimi zorladım anlayacağın. E o kadar zorlayınca bir noktada oldu tabii ki; senden bir sonra yaşamaya çalıştığım yer de senin kadar büylüymüş ve özelmiş diye kendimi kandırmayı başardım.
Haksızlık etmeyeyim, o da kendince çok özel bir yer ama seninle aramızda olan ilişkiyi orasıyla yaşamam mümkün değildi. Senin eksikliğini hissetmiyormuş ve seni özlemiyormuş gibi yapıp bir süre daha idare ettim.

Oysa geceleri her yer sessizleştikten sonra çatıların kenarına çıkan gecko’ların sesini saymayı  özlüyordum çünkü gecko 7 kere öterse uğur getirir diye sen öğretmiştin bana.

Odamın önündeki sunağa ev sahibem tarafından konan tütsü kokusuyla uyanmayı özlüyordum. Güne daha harika bir başlangıç olabilir mi? Böyle başlayan bir gün kötü devam edebilir mi?
Evden her çıkışımda sokaklarda olur olmaz yerlere bırakılmış özenle hazırlanmış, rengarenk adakları görmeyi, dolunay zamanları tapınaklarda sabaha kadar süren törenlerdeki gamelan müziği ile uyuyakalmayı özlüyordum.
Başta çok garipsediğim, insanların sokakta birbirini selamlarken nasılsın yerine “nereye gidiyorsun” diye sormasını özlüyordum. Çünkü hala aktif yanardağların ve depremlerin çok olduğu ve okyanusla çevrili bir adaydın sen ve herkes umursadığı insanların nerede olacağını bilmek istiyordu.
Her ne olursa olsun kimsenin asla değil kızmak ya da kavga etmek, sesini bile yükseltmemesini özledim. Dikkatsiz bir sürücü yanındakiyle konuşmaya daldığı için öndeki arabaya çarptığında iki sürücünün de gülümseyerek araçlarından inip hasar olmadığından emin olduklarında trafiğin aksamasını umursamayarak konuşmaya dalmasına da şahit oldum ya, daha ne isterim?
Beki de tüm bunların en kaynağında yatan, binlerce yıl önce üzerinde ilk yerleşim başladığından bu yana hiç aksatmadan her gün törenler düzenleyen dualar eden adaklar adayan ada sakinlerinin ilmek ilmek ördüğü, adaya adım atar atmaz alınan ilk nefesle hissedilen o büyüyü özledim. Başka yerlerde hissedilmeyen ruhlar senin günlük hayatının olağan bir parçası, modernlik adına artık çoğu yerde terk edilmiş şifacılık teknikleri burada hala uygulanıyor, “gelişmiş” ülkelerde sorgulandıkça paramparça olan inanç burada gündelik; herkes inanıyor ve inancının kurallarını aksatmadan yerine getiriyor ama kimse bunu üstünlük ya da kimlik savaşı haline getirmediği için gündelik.
Tapınak töreni'ne giderken (baliexoticwedding.com'dan alıntı)

Ve işte bu kadar dua, bu kadar tören, bu kadar adak binlerce yıldır adanın dokusuna işlemiş. Kutsal Agung dağının eteklerinden, volkanik siyah kumsallara, yüzlerce yıllık ulu ağaçlardan her 4 ayda bir yenisi ekilen çeltik filizlerine, yağan her damla yağmurdan okyanus rüzgarlarına kadar her yerde büyü var. Tropik iklimdeki her ülkede nefes kesici güzellikte sayısız ada var, ama hiçbiri için bu kadar çok kitap yazılmamış, hiçbirisine bu kadar çok insan tatil diye gelmişken dönüş uçak biletlerini yakıp bir daha arkalarına bakmadan yerleşivermemiş.
Sana gelip de kendini teslim edebilen herkes girdap gibi bir değişimin içinde buluvermiş kendini. Girdabın öbür tarafında yaşı ne olursa olsun yüzü ışıldayan, canlı, enerjisiyle herkesi çeken, başkalarını da düşünerek yaşayan insanlar birikmeye başlamış. Senin büyün sana benzeyen insanlar yaratmış, ve bu yeni insanlar kendi benzerlerini adaya çekmeye devam etmişler.

İşte tüm bunların farkında olarak, hepsini birebir deneyimlemişken artık birlikte olamadığımız için ve belki de biraz kıskançlıkla yapabileceğim en kötü şeylerden birini yapmışım ve senin büyün geçmişte kalmış da artık sıradan bir adaya dönüşüvermişsin gibi davranmışım sana. Ne kadar kalabalık, kirli, kişiliksiz, pahalı, açgözlü olmaya başladığını anlatmaya başlamışım orada burada… Seni sıradanlaştırırsam, sevgim ve özlemim de azalırmış gibi düşünmüş olmam kuvvetle muhtemel.

Senden uzak olduğumda bu zavallı girişimlerin hepsi kısmen işe yaramış olabilir. Tamamen yaramadığı aşikar, yoksa bir sabah uyanıp da düzenimi ve ancak bir yıldan sonra yeni yeni birbirimize alışmaya başladığımız şehrimi düşünmeden geride bırakıp bir hamlede tekrar senin kollarına koşmazdım.
Ubud'u kuzeye bağlayan ana cadde - küçük şelalemizi farkettiniz mi?

Geldiğim ilk 3 günü tekrar birbirimze alışarak geçirdik, adakların, törenlerin, yağmurların, tropik ormanların, kutsal nehirlerin beni usul usul içlerine alıverdiler. Affediciliğin gözlerimi yaşarttı. Her sabah uyandığımda sana neden bu kadar aşık olduğumu hatırlatan bir parça yerine oturdu. Üçüncü sabah uyanıp bahçeye çıkınca gece boyu yağan yağmurdan sonra arınmış yeşiline bakıp, dingin sabah havandan bir nefes alınca büyünü de tekrar hissetmeye başladım.  Tekrar birlikteydik ve ikimiz de ilişkimizin asla eskisi gibi olmayacağının farkındaydık, eskiye ait ve zorlayarak bugüne taşımaya çalıştığımız beklentilerimiz zaten yoktu. Ancak ben biliyordum ki senin yerin hep apayrı kalacaktı.

Bu aslında bir özür mektubu. Evet gün geçtikçe kalabalıklaşıyorsun, tam neden olduğu bilmeseler de büyünü hissedip sana koşan insanların yarattığı kirlilikle, gürültüyle, karmaşayla baş etmek ve her yeni güne aynı cazibeyle başlayabiliyor olmak gittikçe zorlaşıyor olsa gerek. Belki gün gelecek görüntüsü herhangi başka bir yeşilden çok daha huzur verici olan engin çeltik tarlalarının hepsi villa ve otele dönüşüverecek. Bambaşka bir galaksiye aitmiş gibi görünen simsiyah volkanik kum tepelerinin hepsi de inşaat kumu olarak kullanılacak. Poşetlerden dolayı artık altında akan suyu göremez olduğumuz coşkulu nehirlerin suyu bitecek. Ancak artık emin olduğum tek bir şey var; Her ne olursa olsun senin en özünde ilmek ilmek örülmüş olan o büyü asla kaybolmayacak.

Ve seninle birlikte olduğumuz yıllarda sen beni dönüştürdün – ufak tefek ton ayarları, biraz makyaj, biraz baharat değildi bana kattıkların. Bambaşka bir değişimdi, özüm aynı kalarak çevresinde artık bana gerekmeyen her inançtan, davranıştan, ilişkiden, eşyadan, tek tek kurtulmamı sağladın. Sen beni bu kadar değiştirmişken, yollarımız ayrıldığında senin aynı kalmanı beklemem ne kadar bencilce ve yanlışmış…