Tuesday, January 28, 2014

yapmak ve olmak

Çok içine gömüldüğümden dolayı, İstanbul'daki hayatta fark etmediğim ama buraya gelip uzaktan bakabildiğimde belirginleşen şeyler var. Bunlardan birisi de yapmak ve olmak halleri.
Şehirde hep birşeyler yapıyoruz.  ve daha da fazlasını yapmaya çalışıyoruz. O şeyler bitecek gibi olursa daha  fazlasını yüklenmeye çalışıyoruz. Sorsanız herkes meşgul, bir yerlere yetişemiyor, yükü kaldıramıyor ama nedense kimse durmuyor. Duramıyor.

Dinlenmek için diye işten izin aldığımızda, güneye kaçtığımızda bile ya okumak istediğimiz ama son aylarda fırsat bulamadığımız kitapları bitirmeye, ya o beldenin en güzel yerlerinin hepsini kısıtlı günde görmeye, o ülkenin en bilindik müzelerinin hepsini gezmeye ve önünde fotoğraf çektirmeye çalışıyoruz.

Dinlenmek için gittiğimiz tatillerden bile şehirdeki hayatımızdan daha kısa bir süreye daha çok şeyi sıkıştırmaya çalışmanın yorgunluğuyla  dönüyoruz. Hiç durmuyoruz.

Gündelik hayat, zaten her ne yapıyor olursak olalım bizden hep daha fazlasını bekliyor. Hep bir şey yapmamız gerekiyor. Aslında hep birden fazla şeyi aynı anda kotarıyor olmamız isteniyor. Zamanı yönetmek adı altında daha verimli, hızlı ve pratik olmamız her zaman sözlü olarak dile getirilmese de hemen her alanda bekleniyor. Böylece bir de hiçbir şeyi istediğimiz kalitede yapamamanın, yeterli zamanı ayıramamanın suçluluğunu yaşıyoruz. İşin, arkadaşların, ailenin, kişisel gelişimin, sağlığın gereklilikleri üzerimize yığılıp duruyor ve sabah uyandığımız andan gece uyuyana kadar hep birşeyler yapıyor olmamız gerekiyor. Listeler, notlar, planlar programlar havada uçuşuyor, bişeyin yanına daha check atabilmek bazen bizi rahatlatan tek şey oluveriyor.

Bu beklentilerin ne kadarı dışarıdan, ne kadarı bizim kendi kendimize yüklediğimiz ve aslında hiç de gerek olmayan baskılar? Bunu pek de sorgulamıyoruz.

Yapmak daha kolay, çünkü ölçülebiliyor. Ne kadar sürede, ne nitelikte, ne kadar, kaç para, … Oysa sadece var olduğunu hissetmek ve bununla kalmanın hiçbir ölçümü olmadığı için gittikçe uzaklaşıyoruz. Kendimizi sadece yaptıklarımızla, başardıklarımızla, sahip olduklarımızla tanımlıyoruz.

İşinizi, mesleğinizi, yaptıklarınızı, sahip olduklarınızı hiç dahil etmeden kendinizi nasıl tanımlarsınız?

Var olmak bunların hepsinden çok daha derinde. Tanımlamak kolay değil, çünkü tanımların çoğu hep dışarıdan bir referans gerektiriyor. Oysa var olmak, çok özde, ve sadece kişiye özel bir hal.
Hareket halinde olan değil, daha durağan,
Etkilere tepki vermek yerine yansıtan,
Gelecekte ne olacağını, yapacağını değil şu anda ne duyumsadığını farkeden ve onunla kalabilen,
Ve şu andaki haliyle de yeterli, mutlu ve rahat ve tam hissedebilen.

Yapmak ve olmak, belki hayatta en dengede tutmamız gereken iki hal. İki kutuba kaymak da beraberinde sorunlar getiriyor. Ve özellikle de metropol hayatında denge hep yapmak tarafına kayıyor.

Dengelemek için ne yapmalı? Gelebilecek mantıklı bir soru. Ama yapma halini dengelemek adına yeni birşeyler yapmak da oldukça ironik. Belki sadece arada devamlı hareket halinde olmanın yoruculuğunu fark etmek, geçmiş üzüntüleri ya da gelecek kaygılarını olabildiğince bırakıp  o anda gerçekten ne hissettiğini anlamaya çalışmak ve belki ara ara "beni ben yapan şeyler ne?" diye değerlendirmek.

Tuesday, January 21, 2014

sakura - 2



Kiraz ağaçlarının çiçek açtığı vadiye giden yolun ilk 20-25 kilometrelik kısmı oldukça güzel, ama son 7 kilometresi ancak tek arabanın geçebileceği genişlikte ve keskin virajlarla dolu. Her virajdan önce arabalar yavaşlıyor ve korna çalıyorlar ki karşıdan gelen varsa beklesin ve yol versin. O son 7 kilometreyi belki 45 dakikada gittikten sonra pembe çiçekler açmış kiraz ağaçları yolun kenarında tek tek belirmeye başladı. Şoförümüz bizi bir yerde indirdi, kalan yolu yürümemizi ve bizi ileride bekleyeceğini işaret etti. İlk başta birer ikişer gördüğümüz kiraz ağaçları ağzımızı açık bırakır ve hepimiz birbirimize durmadan "bu ne güzellik" derken, ağaçların yoğunluğu arttıkça yaşadığımız görsel şölen de katlandı. En sonunda yürüme yolu bizi vadinin içine indirdi ve orada hem yamaçlardaki ağaç kümelerini hem de çevredeki tek ağaçların çiçek yüklü dallarını görme ve fotoğraflama şansımız oldu. Hiç farkında olmadan o vadide neredeyse 2 saat geçirmişiz. Bugün tekrar gidebilsem 2 saat daha sadece vadiye ve yamaçlara bakarak oturabilirim.

Kiraz çiçekleri çevreye çok hassaslar. Hangi yıl ne zaman açacakları ve ne kadar süre dallarda kalacakları belli değil. Yükseklik ve enleme göre yaklaşık zamanlar verilebilse de havanın ısısı, ne kadar güneş gördükleri gibi faktörler çiçeklerin o yıl ne zaman açacağını belirliyor. İlk tomurcukların belirmesinden bir hafta kadar sonra ağaçlar tamamen çiçekleniyor, ondan bir hafta sonra da çiçekler solmaya ya da rüzgarla birlikte düşmeye başlıyorlar.



Tek tek her çiçek rengiyle, şekliyle, büyüklüğüyle çok güzel. Ama yan yana 3-4 ağaç çiçek açtığında ortaya çıkan 3 boyutlu, renk geçişleri olan o bulutsu görüntünün güzelliği apayrı. Ve o üç boyutluluk maalesef hiçbir cep telefonu kamerasının yakalayıp yansıtamayacağı bir derinlikte (evet tabii ki sorun benim fotoğrafçılığımda değil, kamerada )

Kiraz çiçekleri gerçekten çok narin, çok güzel, ama ömürleri en fazla iki hafta. Bu yüzden, biraz da Budizmin de etkileriyle Asya'nın büyük bölümüde kiraz çiçekleri hayatın gelip geçici, ve en güzel zamanların kısa süreli olduğunu sembolize ediyor.
Japon kültüründe kiraz çiçekleri aynı zamanda Samurayların sembolü olarak da kullanılıyormuş; çünkü aynı çiçeklerin açtığı dönem gibi, bir Samurayın da ömrünün kısa olması beklenirmiş.
Ve yaklaşık 15 yüzyıldır  bu geçici güzelliği mümkün olduğunca içselleştirebilmek ve kutlayabilmek için kiraz çiçeği gözlemleme partileri (Hanami) düzenleniyor. İnsanlar çadırlar kurup kiraz çiçeklerinin altında uyuyorlar.
Şimdilerde ise partilerde o günün keyfini çıkarmak yerine yüzlerce fotoğraf çekip "sonra bakarız" diyenlerin çoğunlukta olması muhtemel.

Düşündüm kiraz çiçekleri beni neden bu kadar etkiledi diye…
Çölde herşey ne kadar kalıcı ve aynı düzendeyse kiraz çiçekleri de o kadar belirsiz ve geçici
Çölde her an hareket olmasına, havanın ve kumların her an yer değiştirmesine rağmen herşey aynı şekilde görünebilir.  Oysa çevredeki en ufak değişim ya da hareket kiraz çiçeklerini etkileyebiliyor.



Hayatta herşey değişken ve herşey geçici, uzaktan bakınca hep aynı gibi görünen bir kum tepesi aslında an be an yeniden kendini yaratıyor. Oysa daha narin ve tek tek gözlemlenebilir bir kiraz dalına baktığımızda çiçeklerin tek tek tomrcuklanmasını, açmasını, ve ömrü tamamlanınca rüzgarla savrulup gidivermesini gözlemlemek mümkün.

Geçiciliğin, an be an tekrar var oluşun farklı yansımaları

Saturday, January 18, 2014

sakura - 1

Evliya Çelebi ile ilgili anlatılan en bilindik hikayelerden biridir; Çocukluktan beri içinde müthiş bir gezme, görme arzusu vardır. Bir gece rüyasında Muhammed'i görür, bir cesaretle ondan gidip şefaat dilemek ister. Ancak ağzını açtığında Şefaat ya Resulallah diyeceğine, "Seyahat ya Resulallah" der ve bu bilinçaltı dilekle maceraları başlar.

Rüyamda hiç peygamaber falan görmedim ama hayatta beni en heyecanlandıran şeylerden biri hep coğrafya atlaslarını açıp saatlerce gezi planları yapmak oldu. Şans mı, kader mi, kalpten istenilen bir şeyin gerçekleşmesi midir bilemiyorum ama çok yer gördüm. Kazakistan Kırgızistan sınırını geçerken Orta Asya'nın uçsuz bucaksız steplerini, Finlandiya'da hava -20 dereceyken tamamen donmuş Baltık denizini üzerinde çoluk çocuk yürüyüşe çıkmış aileleri, Tanzanya'da leopardan bufaloya soylu Afrika hayvanlarını, Tayland'da hala talan edilmemiş yağmur ormanlarını, Hong Kong'da hayatı tamamıyla durduran bir tayfunu, Kızıldeniz'in dibinde göz alıcı renklilikteki hayatı, Abu Dhabi'de dünyanın en kumlu çölünü…
Her biri doğanın zekasını ve şaşmaz işleyişini tekrar tekrar gösteren birbirinden farklı ama aslında bir o kadar da aynı şeyin yansıması doğa mucizeleriydi.


Bugüne kadar en çok Rub El Khali çölünden etkilendim. Umman, Yemen, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri arasında uzanan, 100 metre yüksekliğe yaklaşan  kum tepeleri sayesinde dünyanın en çok kum hacmine sahip çölü. Rub el Khali'nin yaklaşık tercümesi Boş Alan. Birleşik Arap Emirlikleri'nden ulaşırken çölün belirli bir noktasına kadar yol var, o yolun en sonuna gidince çevrede tüm sesi, hareketi emen dev kırmızı kum tepeleri dışında gerçekten hiç bir şey yok. Boş ama aslında dünyanın en çok kumu orada.

Gecenin en sonunda daha her yer kapkara ve çöl ısırıcı soğukluktayken tepelere tırmanıp mutlak sessizlik içinde güneşin doğuşunu seyretmek kelimelerle ifade edemeyeceğim kadar etkiledi beni. İnsan orada fark ediyor aslında ne kadar küçük olduğunu.

70 metre yüksekliğinde bir kum tepesine tüneyip güneşin doğuşunu beklemek

Ve güneş yükselip ortalık aydınlanınca kumun üzerinde yılanların akreplerin bıraktığı izler görünür hale geliyor, en tek başına olduğumu düşündüğüm anlarda aslında çevremde ne kadar çok varlık olduğunu anlıyorum, sadece ben onları duyacak ya da görecek kadar hassas değilmişim.
yılan izleri

Rub El Khali'de iki kere kum fırtınası gördüm, öyle büyük fırtınalar değildi ikisi de. Birinde inat ettim, fırtınaya rağmen yolun son noktasındaki tepelere kadar gittim. Orta şiddette sayılabilecek o fırtınanın her esişinde simsiyah asfalt yolun tamamen kumlarla kaplanıp nasıl görünmez hale geldiğine tanık oldum. Çok güvendiğim kocaman jipin yandan gelen rüzgarla nasıl bir sallanıverdiğini hissedip korktum. Arabadan inince, o milimetreyle bile ölçülemeyecek kadar minik kum taneleri  yüzüme koluma çarpınca canım acıdı.

Rub El Khali kırmızı ve sarı kumlardan oluşan bir çöl. Kırmızı kumlar hep yüzeyde, sarı kumlar altta ve bu sayede çok güzel desenler oluşur. O en fırtınalı anlarda, kumlar asfalt yolu görünmez hale getirecek kadar oradan oraya savrulduktan sonra bile 100 metrelik tepelerin tamamen aynı şekilde ve yükseklikte kalmasına da, kırmızı kumların yine de hep en üste yerleşivermesine de hayret ettim. Hep duyageldiğim "doğanın şaşmaz işleyişi" ya da "doğanın içsel zekası" kavramları işte o zaman gerçek anlamına kavuştu…

En fırtınalı zamanlarda, ne yönden eseceği belli olmayan bir rüzgar onları dakikalarca havada tutarken ya da oradan oraya savururken, yere indikleri anda kumlar olması gereken yerde ve düzende oluveriyorlar. Tek tek kum tanelerinin yerini bulmasıyla da fırtına anlarında tepesi görünmeyen o binlerce tonluk kum tepeleri de hep aynı şekli ve yüksekliği koruyor...

(Burada, burada ve burada 2009'da Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman'da çektiğim çöl fotoğraflarını görebilirsiniz)

bu desen hep orada, kırmızı kumlar üstte, sarılar altta

Hayatta beni en etkileyen şey Rub El Khali çölü demiştim ya, Çarşamba günü ikinciyle karşılaştım.
Bir kaç cümle ön bilgi vereyim; Japonya'da kiraz çiçeklerinin açması en beklenen ve doğanın en güzel manzaralardan biridir. Japonca'da kiraz çiçeklerinne Sakura, ve çiçeklenme zamanını gözlemlemeye de Hanami deniyor. Sakura zamanı, Japonya'nın en çok turist çeken dönemlerinden biridir.
İnternette öylesine gezinirken benzeri bir görsel şölenin Kuzey Tayland'da birkaç gün önce başladığını ve 3 noktada gözlemlenebileceğini okudum. O noktalardan biri de Chiang Mai'e 25-30 kilometre mesafede bir vadiymiş. O günlerde Serap ve Hande de Chiang Mai'delerdi,kiraz çiçeklerinden onlara söz edince toplu taşımla ulaşılamayan bu vadiye hemen 3 kişilik bir tur organize etmeye karar verdik. 

Wednesday, January 15, 2014

korku - 2 (Nisan ayında başlayan hikayenin sonu)

8 ay önceki son yazıdan devam etmeye kaç kere başladım, hiç birinde ikinci paragrafa bile geçemedim… Yazabilmek için tekrar Tayland'da olmam gerekiyormuş.

Chiang Rai, Beyaz Tapınağın bahçesinden
Nisan ortasında İstanbul'a geldiğimde planlar hiç beklemediğim bir yönde değiştiği için nerede kalacağıma, ne yapacağıma dair hiçbir fikrim yoktu. Sadece hayatımda ilk defa kaygı beni gözüne far tutulmuş tavşan gibi dondurmak yerine, harekete geçirdi. Daha Bangkok'taki son günlerimde  maille birkaç toplantı ve randevu ayarladım. Ne yapmak istediğimi biliyordum; KranioSakral terapiyi daha bilinir hale getirmek. İnsanların bedenlerine kimyasal ilaçları yüklemeden, kesilip biçilmeden de iyileşebilecekleri yollar olduğunu öğrenmeleri gerek.

İstanbul'a indiğimin ertesi günü toplantılar ve seans randevuları başladı… Ve ilk çalışmadığım gün ancak bundan 35 gün sonra oldu (O gün de annem Mersin'den İstanbula geldiği için ara verdim) Hiç durmadım, bazen bir hafta içinde 3 farklı şehirde, zaman, mekan gözetmeden çalıştım. Saymadım ama 8 ayda belki sadece 10 günüm boştu. Gece seanslarım bitti dediğimde de ancak gelen maille gelen sorulara cevap verdim.  Saatlerce telefonda konuştum, soran herkese saatlerce KranioSakral terapi nedir anlattım.
Bazı yakın arkadaşlarımı geldikten anca 4 ay sonra görebildim, ama bu süreçte çoğu arkadaşımı ihmal ettim.

Amacım ne kadar çok çalıştığımı yorulduğumu tüm detaylarıyla anlatıp sızlanmak değil aslında… Hiç ummadığım bir noktada İstanbul'a gelip hiç hayal edemeyeceğim bir noktadan çıktım.

8 ay boyunca bana evini açan arkadaşlarımda kaldım. İstanbul'da (ve birazcık da Ankara'da) göçebe ve geçici yaşamak çok ilginçti. Bana evini açan ve yanlarında kalmasam da beni içtenlikle çağıran herkese çok minnet duyuyorum.
Göçebelik sayesinde; aidiyet duygusu, sahip olma dürtüsü, bağlanma korkusu, ihtiyaçlar ve istekler konularında çok şey öğrendim, ama bu öğrenme süreci her zaman çok güzel ve rahattı diyemem.

2 kere İstiklal Caddesi'nde telefonum çalındı. İstanbul'a artık yerleşmeliyim, sabit bir adresim olsun diye çok gaza geldiğim dönemde de bir emlakçıya para kaptırdım… Bu olaylar beni çok etkiledi. İnsanların iyiliği için çalışır bir sürü gönüllü iş yaparken, yalan söylemez kimseyi kandırmazken ve zaten param azıcıkken neden bunların başıma geldiğini anlamlandırabilmem çok zaman aldı… Şimdi geriye dönüp bakınca bunlar aslında hayatta aldığım en önemli dersler arasındaymış, ve iyi insan olmakla falan hiç ilgisi yokmuş, onu farkediyorum.

Chiang Rai, Beyaz Tapınağın bahçesinden
Bişeyleri yalnız yaptığımda çok daha mutlu ve başarılı olduğumu çok zaman önce fark etmiştim, zaten herhalde o yüzden hiç takım çalışması, ekip ruhu gibi şeyler gerektiren işlerde olmadım… Ama bu sefer farklı kişi ve kurumlarla iş birliği yaptım. "Ben" demekten vazgeçmek zorladı, ama sonuçları çok iyi oldu.

Nerede ne zaman ne yaptım, detaylar çok önemli değil aslında. Yıllar önce tanıştığım Budist bir keşiş bana "Yağmur ormanlarında, manastırlarda yaşayıp da zihinsel dengeyi tutturmak kolaydır. Kendini gerçekten test etmek istiyorsan kalabalığın, suçun, dengesizliğin olduğu şehrine dönüp orada herşeyi olduğu gibi görüp yine de merkezinde kalabiliyorsan değiştiğini ve güçlendiğini ancak o zaman söyleyebilirsin" demişti. Haklı, hayat sıradan akışında giderken büyük iddialarda bulunmak kolay. Beklenmedik sorunlar çıktığında, beklenen şeyler gerçekleşmediğinde, öncelikler alt üst olunca insan yeni sınırlarıyla tanışıyor.

Ve belki de hayatımda ilk defa, destek alabileceğim ya da sırtımı yaslayabileceğim hiç bir şey yokken yepyeni bir şeye başladım. Sadece kendime güvenerek, bir şirket, sevgili, ortak, sermaye, takım arkadaşları, mentor, düzenli gelir, sağlık sigortası, …  olmayan bir başlangıçtı. Hatta herşey ters giderse sığınabileceğim ya da dönebileceğim bir evim bile yoktu. Normalde kurban rolüne sığınıp da "aman nasıl beni ortada bıraktılar" diye söylenip suçu oraya buraya yüklemek için ideal ortam. Yapmadım, onun yerine çok çalıştım ve bu beni çok tatmin etti. Bu yönümü keşfetmek beni nasıl mutlu etti anlatamam.

Az önce de dediğim gibi hiç ummadığım bir noktada İstanbul'a gelip hiç hayal edemeyeceğim bir noktadan çıktım. Birkaç ay sonra hangi noktadan tekrar gireceğim hiç bilmiyorum ama işte bu sefer gerçekten hiç endişelenmiyorum… Çünkü dışardan çok bir beklentim yok, az biraz olumlu koşullar ve destekleyici dostlarım var olduğu sürece harekete geçince kalanı ben yapabiliyormuşum.

Tuesday, January 7, 2014

Asya'ya dönünce

8 ay Türkiye'de kaldıktan sonra, 4 gün önce Bangkok'a geldim. Bir yıl önce manastırda tutmaya başladığım bloğa Türkiye'deyken de devam ederim diye düşünmüştüm. Yanılmışım… Yazmak benim için dinginlik ve boş zaman gerektiriyormuş, oturup aklımdakileri kelimelere dökebilecek bir alan yaratmam gerekiyormuş.  Ama son 8 ay o kadar yoğun geçti ki, değil bir tüm yazı, her gittiğim yere yanımda defter taşımama rağmen birkaç düşünceyi bile not edecek zaman yaratamadım. Bunun sebebi  nedir onu da merak etmiyor değilim, şehir mi çok kaotik, ben mi İstanbul'da dağılıyorum hiçbir fikrim yok.

Ama buraya geldiğim ilk gün fark ettim ki gittiğim her yerde kendime hemen küçücük bir dünya ve yaşam düzeni kuruyorum. Bunu yapamadığım tek yer İstanbul. Son 4 yılda bu Bangkok'a 10 ya da 12. gelişim. Hep aynı hostelde, ve aynı odada kalıyorum. Sabah uyanınca aynı seyyar meyveciye gidip   yarım ananas, bir dilim papaya, bir de mango alıyorum.

Yine fark ettim ki, yurt dışındaysam meyve satan birini, Türkiye'deysem de bir mahalle manavı bulmak benim için çok önemli. Bangkok'ta sabahları 3 yıldır caddenin karşısındaki adamdan, akşamları da sokağın başındaki iki kız kardeşten meyve alıyorum. Bali'de pazarda bir teyze vardı, bir gün önceden sipariş verdiğimde ertesi gün bana istediğim meyveleri getirirdi. Beyoğlu'nda yaşarken de nefis bir manavım vardı, sebze meyve alışverişini aşan bir arkadaşlık geliştirdik. Ama İstanbul'a son gelişimde manavı olmayan mahallelerde kaldım ve hiçbir şey düzene oturamadı… Manavsızlık tabii ki bunun tek sebebi değildir, ama önemli bir etken olduğuna inanıyorum. Bu konuya belki sonra dönerim, daha fazla dağılmayayım.

Bangkok'ta en sevdiğim yerlerden biri
Odama dönüp bir bardak çayla meyvelerimi yiyorum. Sonra duşumu yapıp dışarı çıkıyorum ve çok sevdiğim 3 alışveriş merkezinden birine gidip tasarımcıları, kırtasiye ya da kitapçıları saatlerce gezip, bişeyler yiyip çokça da bi cafede oturup okuyor ya da yazıyorum… Hostelime yakın iki masaj salonu seçtim, ambient müzik çalan, ölükse renklerle döşenmiş, baygın tütsü kokan, tertemiz çarşaflı yerler değiller. İş çıkışı masaj yaptırmak isteyen orta direk Tayların uğradığı, masaj sırasında konuşma ve kahkahaların gırla gittiği, bir bölmeden diğerine insanların birbirine laf atıp gülüştüğü sosyal bir yer. Haftada 1-2 gece onlardan birine bir saat masaja gidiyorum. Sonra odama dönüp dizi izleyerek uyuyakalıyorum. Bangkok günlerim üç aşağı beş yukarı böyle geçiyor... Dünyanın en fantastik şehirlerinden birinde, yapılabilecek en az şeyi yapıp, görülebilecek hiçbir yeri görmeden, bara sinemaya müzeye gitmeden, daha da önemlisi "her yere gitmeli, her şeyi görmeli, en otantik restoranlarda yemeli" baskısını hissetmeden çok rutin ama bir o kadar da rahat günler geçiriyorum.

Bazen günlerce yemek siparişi vermek ya da birşeylerin fiyatını sormak dışında konuşmadığım oluyor. Kendi sesimi unutuyorum. Bu beni hiç rahatsız etmiyor, aksine dinlemek ya da konuşmak zorunda olmamak benim için en büyük rahatlık. Zaten bu şehirde resmen yabancı ve çok gelip geçici olmanın getirdiği bir hafiflik de var.
Küçücük ve rutin bir hayat, konuşmamak ve geçici olmak üçlüsü beni çok ama çok mutlu ediyor… Ve tabi ki ayakkabı giymemek

Ve düşünüyorum, İstanbul'da bu rahatlığı neden yakalayamıyorum, İstanbul neden beni çok yoruyor diye… Çok çalışıyor olmak tabii ki bir etken ama tek sebep bu olmasa gerek... 3-4 gün konuşmamak tabii ki orada biraz daha zor. Ama İstanbul'da da geçici sayılırım. Sadece rutin kuramıyor olmak ve yaşam düzeninin benim istediğimden daha geniş olması mı bu farkı yaratıyor? Orada hep hareket halinde olduğumdan mı yoruluyorum? Tam bilmiyorum ama 80 gün sonra bunları anlamış ve mümkün olduğunca  çözmüş olarak İstanbul'a dönmeyi hedefliyorum.