Wednesday, March 19, 2014

chiang mai

Chiang Mai Tayland'ın kuzeyinde, Bangkok'a yaklaşık  700 kilometre mesafede bir şehir. Nüfusu yaklaşık iki milyon ama her yıl bu rakamın iki katı turist şehri ziyaret ediyor.

Wat Umong, Chiang Mai
 yeraltına oyulmuş koridorları olan nadir tapınaklardan
Turistleri çeken ne? Chiang Mai trafiği oldukça yoğun, kötü mazottan dolayı her zaman kokan, yılın 2-3 ayı da orman ve tarla yangınlarından dolayı hava kirliliğinin sağlığı tehdit edici boyutlara ulaştığı, denizden 700 kilometre uzaklıkta, şehir merkezinde yeşili görmenin nerdeyse imkansız olduğu büyük bir şehir. Adım başı tapınak var, ama hiçbiri Angkor Wat ya da Wat Po gibi turist çekci güzellikte değil. Şehre birkaç saat mesfedeki dağlarda trekking, fil rehabilitasyon merkezlerine günübirlik ziyaretler, nehir üzerinde akşam yemeği gibi başka şehirlerde de yapılabilecek aktiviteler dışında sunduğu çok bir şey de yok.

Tam da bu sebeplerdendir ki, Chiang Mai aslında Tayland'ı gezerken öyle birkaç günlüğüne uğranıp "bunu da gördüm, şunu da yaptım" denecek ya da tripadvisor'un önerdiği şeyler listesini  tamamlayacağınız bir şehir değil  - onlar da yapılabilir tabii ki ama iyi bir planlamayla bu şehrin atraksiyonları en fazla 2 günde biter zaten.
Yüzeyinde hızlıca gezinmek yerine, bir süre kalarak sizi içine çekmesine izin vermeniz gereken bir şehir Chiang Mai.  

Bir güne bir sürü şey planlamaktansa, uzunca bir kahvaltı ardından bir cafenin bahçesinde kahve içerek saatlerce oturmanız gereken bir şehir Chiang Mai. Manastır bahçesi de olabilir, adak için gelenleri ya da fotoğraf çeken turistleri izleyip sıkılınca bir ağaca sırtınızı verip kitap okuyabilirsiniz. Hareketin kaynağı olmak yerine çevredeki hareketi fark edecek kadar dingin birkaç gün geçirilebilecek bir şehir burası

Wat Umong'un bahçesindeki göl kıyısı - Chiang Mai'de sessiz bir öğleden sonra geçirilebilecek nadir yerlerden
Büyük oteller yerine ailelerin işlettiği pansiyonlarda kalmalısınız. Büyük ihtimalle resepsiyon, her gün oda temizliği gibi hizmetler alamayacak olsanız da bir odasında pansiyon sahibi ailenin yaşadığı bir binada dünyanın dört bir tarafından gelmiş diğer gezginlerle günlük hayatı paylaşmak her şehirde ve otelde yaşayabileceğiniz bir deneyim değil. Böyle bir pansiyonda, muhtemel ailenin en büyük kızı köşedeki verandada masaj yapıyordur, damat Laos'a trekking turları düzenliyordur ve küçük kız da okuldan dönünce bahçedeki kafenin işletmesinde annesine yardım ediyordur. Chiang Mai'deki ailelerin gerçek düzeni bu, ilgili ilgisiz tüm işler, yer olduğu sürece bir çatı altında birleştirirveriyorlar. Mesela en ünlü masaj okullarından birinin sahibinin oğlu, eskiden okulun resepsiyonu olan alanı antika dükkanına çevirmiş, heykellerin vazoların arasından geçip masaja başlıyorsunuz. Ya da terzinin oğlu ön tarafa küçücük bir tezgah açmış, annesi dikiş dikerken o da geçen turistlere meyve suyu sıkıp satıyor. Sokak sokak gezdikçe uzmanlaşma nedeniyle bölünmüşlükten sıyrılmanın, alakasız gibi görünen şeylerin aile bağıyla bir arada bulunmasının keyfine varabilirsiniz.

Ve cafeler, restoranlar yerine ara sıra pazarlarda sokaklarda yemelisiniz yemeğinizi. Turistlerin damak tadına göre sulandırılmış lezzetler yerine sabahın 7sinde, kokusu çok keskin gelse de tadı büyük ihtimalle başka hiçbir yerde yemediğiniz kadar zengin Kuzey Tayland yemeklerini tatmalısınız. Sipariş verdikten sonra ortalama bir seyyar simit arabası büyüklüğünde bir tezgahta 3 çeşit yemek için sebzelerin doğranmasını, çeşit çeşit baharat katılarak pişmesini, paketlenmesi  ve bunların birkaç dakikada oluşu sırasındaki müthiş düzen ve beceriyi izlemelisiniz. Bu yemeklerden biri çok hoşunuza giderse sabahları pazarda malzeme alışverişiyle başlayıp mutfakta devam eden bir yemek kursuna katılıp nasıl pişirileceğini öğrenebilirsiniz.

Çoğu ziyaretçi için öğrenmek Chiang Mai'ı ziyaretin temel sebeplerinden biri aslında. Masaj kursları en bilindik, ama bu şehrin sunduğu çok farklı bilgiler var. Budist meditasyonlar, Çin tıbbının öğeleri, bedendeki enerji hatları, Tay boksu, yoga, tam zamanlı dil kursları… Yılın 6-8 ayı kendi ülkesinde masaj ya da enerjetik iyileştirme çalışmaları yapan, kalan zamanda da her yıl buraya gelip hocalarıyla çalışmaya devam eden yüzlerce hatta belki binlerce öğrenci var. Ve belki de kendini hem başkalarını iyileştirmeye hem de devamlı öğrenmeye bu kadar adamış insanların enerjisi bu şehri bu kadar özel yapan şeylerden biri.

Wat Umong, Chiang Mai
Ana stupa çevresinde yürüme meditasyonu yapan bir keşiş
Şehirdeki yabancılar çok çeşitli ama uzun süre kalanları kabaca 3 grupta toplamak mümkün; emekli olduktan sonra Chiang Mai'e yerleşen 60+ yaş grubu, yukarıda söz ettiğim çalışmalar için hemen her yıl gelen ya da burada yaşayan terapist ve şifacılar ve digital nomads, yani internet üzerinden çalışıp, bir yere bağlı olmadığı için dünyanın farklı yerlerinde yaşayan göçebeler.

Genel profil böyle olunca Chiang Mai'deki hayat  bu büyüklükteki bir şehir için yumuşak ve acelesiz. Ama işte bunu fark edebilmek için de 3 günde şehrin yüzeyini bir süpürüvermek yerine bu şehirde zaman geçirmek gerekiyor. Siz Chiang Mai'e zamanınızı verdikçe o da size farklı yüzlerini göstermeye başlıyor; kuralsız görünen trafiğin içindeki içgüdüsel öncelikler belirginleşiyor, tutarlılık beklentisi yerini o an mümkün olana bırakıyor, elle tutulamayan gözle görülemeyen ama hareket ettiğiniz her yerde size dokunan bir yaşam enerjisini anlamaya başlıyorsunuz. Çevrede bu kadar bilgili hocaların birikimi ve onlardan öğrenmeye gelenlerin saygısını ve öğrenme hevesini hisseder oluyorsunuz. Belki de tam bu sebeple, Chiang Mai bir yıllık sırt çantalı Asya turu sırasında 3-4 gün uğranan bir yer olması hedeflenirken,  kısa bir masaj kursuna katılıp öğrendiklerinden çok etkilendiği ve daha fazlasını öğrenebilmeyi istediği için yıllardır burada yaşayan insanlarla dolu.

Yüzeyinde hızlıca gezinmek yerine, bir süre kalarak sizi içine çekmesine izin vermeniz gereken bir şehir Chiang Mai.
Bunu yapabilecek zaman ve isteğiniz varsa 2 milyon nüfuslu, bolca otobanlı ama toplu taşıma sistemi bile olmayan, yeşilsiz bir şehrin nasıl olup da her yıl binlerce kişiyi kendine aşık edip buraya yerleşmesini sağladığını anlayabilirsiniz.
Kim bilir belki de o aşık olanlardan biri olursunuz?

Monday, March 10, 2014

ev'lenememe halleri

Dün bir arkadaşımla buluştum; ilk tanıştığımızda ikimiz de aylardır Bali'deydik. Bir sonraki görüşmemiz bir yıldan daha kısa süre sonra o tam Dubai'de o yerleşmek için ev bakar ve ben oradan ayrılmak için eşyalarımı satarken oldu. Son iki yıldır da Chiang Mai'de buluşuyoruz. 6 aydır artık o burada yaşıyor. Bense hiçbir yerde…

Ubud'daki odam
Bu buluşma sayesinde düşündüm ki aslında 2009 yazında Dubai'deki evimi boşalttığımdan beri evsizim. Farklı ülke ve şehirlerde çok farklı süre ve düzenlerde yaşamışım; aylarca arkadaşlarımın koltuğunda, Bali'li bir ailenin bahçesindeki bungalowda, Burma sınırına 30 kilometre mesafede küçük bir orman manastırının misafir kulübesinde, İstiklal caddesinde restore edilmiş 110 yıllık bir binada…  4 yılda ne kadar farklı ülkede, mahallede ve evde yaşamlar kurdum,düşündükçe bazen şaşırıp "bu benim hayatım mı?" diyorum. Biriktirdiğim deneyimler de  4 değil sanki 20 yıllıkmış gibi geliyor.

Nerede ne yapacağıma, nereye yerleşeceğime karar veremediğim için daha geçici çözümler aradığımı
düşünüyordum. Fakat geçtiğimiz aylarda fark ettim ki aslında bir süre için İstanbul merkezli yaşamak istiyorum ama tek bir yerde sabitlenemiyorum. Yıllık kontrat imzalayacağım, elektriğe suya abone olacağım evler bende ciddi kaygı yaratıyor. O yüzden geçici, köklenmek yerine daha yüzeyde yaşam çözümlerine yöneliyorum.
Geçen yaz denedim, aylara ciddiyetle ev aradım ama en sonunda evi tutup, depozitomu, kiramı ödedikten 2 gün sonra kabuslar içinde anahtarları emlakçıya iade ettim. Bir mimar arkadaşımla bakmaya gittiğimizde evde benim fark ettiğimin çok ötesinde sorunlar ve masraflar olduğunu keşfetmem en önemli sebeplerden biriydi ama aşılamayacak sorunlar değildi.
Sağlam bir para kaybını kabullenerek ve kendimi düğün günü ortadan kaybolan gelin gibi hissederek o evden vazgeçtim. O eve tadilat mobilya falan masrafı yapmadığım içindir ki neredeyse 3 aydır Tayland'da harika günler geçirmekteyim.

Manastırların bahçesinde kuti denin küçük kulübeler
oluyor, onlardan birinde yaşamak isteyebilirdim
(Suthep, Tayland)
Tabii ki ev'li ve kökleniyor olmanın ciddi avantajları var; Tüm kitaplarımı ve çaylarımı aynı yerde tutabilmek ve bir yerlere gidiyorsam döndüğümde hepsini aynı yerde bulabileceğimi bilmek isterdim. Azıcık eşyam var, ama hangisi hangi ülkede, kimin evinde, hangi depoda takip etmek zor gelmeye başladı. Bir gece birşeyi merak edersem açıp bakabileceğim eğitim kitapçığım büyük ihtimalle ailemin evinde bir yerlerde.
Bu kadar yayılmış olmak ister istemez zihinde de dağınıklık yaratıyor.
Bir de altar istiyorum artık; küçük adaklar, törensel rutinler gündelik hayatın akışında çok önemli, onlar kaybolunca hayat sönmekte olan bir balon gibi yassılaşıyor sanki. Meditasyonlarımı, adaklarımı devam ettirebileceğim bir köşem olsa ya?
Sabitlenme fikri bana iyi gelmiyor. Yayıldığım, yaşadığım ve beslendiğim alan çok geniş ve onu daraltmayı hiç düşünmüyorum, sadece o alanın bir merkezi olsun istiyorum.

Diğer yandan İstanbul’da ev’lenmenin dezavantajlar benim için çok büyük. İstanbul'daki şişirilmiş kiraları ödemeye başlamak istediğim zaman istediğim yere gitme özgürlüğümü elimden alacakmış gibi geliyor. Eşyalarım oraya buraya bölünmüş halde ve aylarca bir bavulun içinden yaşamayı, planlı ölçülü ve kısıtlı bir hayata kat kat tercih ediyorum. Yerleşik ve uzun dönemde tahmin edilebilir, aylık ödemelerin olduğu, kart ekstrelerinin havada uçuştuğu bir hayatın bağlayıcılığı artık bana kabuslar yaşatıyor.
İgdaş'a abone olduğum an doğalgaz kullanmaya başlayacakmış gibi değil de aslında ruhumu şeytana satacakmışım gibi geliyor.

Yaşadığım yer konusunda esnekliğe ihtiyacım var, çünkü yazları normalden daha uzun bir tatile gidebilmekten ya da 2 yıldır yaptığım gibi kışın birkaç ay soğuktan kaçabilmekten söz etmiyorum; benim kaçış planlarım her anlamda daha büyük ölçekli. Herhangi bir zaman, bir uçak bileti ve 3-5 kilo fazla bagaj ücreti karşılığında dünyanın herhangi bir yerine gidebilir ve sadece kendi kaynaklarımı kullanarak yepyeni bir hayat yaratabilirim - defalarca yarattım da. Uluslararası bir şirketin beni transfer etmesine, yabancı bir kocaya, expat sigorta paketlerine ya da o ülkenin vergi ve çalışma hukukunu öğrenmeye ihtiyacım yok.
Ürdün'e taşınabilirim, Tayland'da bir yıl boyunca sadece Budist keşişleri iyileştirerek karmamı dengelemek isteyebilirim, psişik ameliyatları öğrenmek için Filipinli bir şifacının asistanı olabilirim. Bunlardan herhangi birini ya da bambaşka bir hayatı istediğim zaman gerçekleyebilecek olmanın özgürlüğü benim için çok ama çok önemli.

Sabahları bu manzaraya bakarak uyansam da çok mutlu olurdum. (Mae Suai, Tayland)

Atalarımızın göçebe genleri bende fazlasıyla var sanırım,çünkü şu andaki düzenim beni çok mutlu ediyor. Yılın 7-8 ayında Türkiye, kalan sürede daha derin eğitimler alabileceğim ve kendimi besleyebileceğim diğer yerlerde geçiriyorum. Bu düzen beni ne kadar süre daha mutlu edecek bilmiyorum, o yüzden de İstanbul'da yıllık ev kiralayıp, doğalgaza internete falan abone olup da evin içine eşyalar almak büyük bir vaat. Bu vaat üzerine hem eğitimler için zaman ve bütçe ayrılmış hem de esnek ve daha geniş bir coğrafyaya yayılmış, bir hayatı kurmak çok zor. İmkansız değil tabii ama nasıl yapılır, nerdeyse iki yıldır düşünüyor olmama rağmen keşfedebilmiş değilim. 

Thursday, March 6, 2014

manastır notları - 2

Manastırda en sevdiğim ve çay eşliğinde en çok baktığım manzara

Her öğleden sonra hocayla birebir değerlendirme buluşmaları var. Ben her buluşmada - geçen yıl da yaptığım gibi - inatla 2 zihnim olduğunu iddia ediyorum, hatta eskinden 4-5 iken bu kadar yıl meditasyondan sonra 2ye indirebildiğimi söylüyorum. Hoca da her seferinde bana gülerek zihnim düşünceler arasında çok hızlı gidip geldiği için geçişleri yakalayamadığımı ve 2 zihnim varmış gibi algıladığımı söylüyor. Neden 2de takılıp kaldım o zaman diyorum, ama ona cevap vermiyor.  Bir gün "benim görevim sorulara cevap vermek değil, cevabı bulmak için gereken araçları sana sağlamak" dedi. Ehh, bu sözden sonra soracak pek bir şey de kalmıyor zaten.

Aynı manastıra ve programa gelmek zaman içinde hangi noktaların, kavramların aynı kaldığını hangilerinin değiştiğini görmek açısından da çok iyi. Beynimde hala aynı iki maymun zıplayıp duruyor ama öte yandan  bu yıl daha da ciddi ve kuralcıyım. Manastırda olduğum sürece bir kişiye soru sormak dışında hiç konuşmadım (o da İngilterede yaşayan bir Türk çıktı!) Geçen yılki grupla yılbaşı hediyeleri verir, birbirimizin çamaşırlarını yıkar halleri düşününce büyük gelişme. Ancak benim için daha da önemlisi bu oturumda algımı daraltmayı başardım sanırım. Duyularım çok açıktır, özellikle çaba göstermeden çevremdeki sesleri duyarım, konuşmaları takip ederim, insanların duygu durumlarını anında fark ederim, koku hassasiyetim zaten tüm arkadaşlarıma dert. Bir süre sonra istemeden her şeyi bilir ve takip eder olurum, ki aslında bu çok yorucu.  Yemekhanede bir tabelada o günkü öğrenci sayısı ve kararlılık oturumunda olan var mı yazıyor. Arada bir ona bakmak dışında bu yıl kim geldi gitti, kim ne yapıyor ilgilenmemeyi başardım.

Öte yandan belki de geçtiğimiz haftalarda Chi Qung'a başlamanın da artı etkisiyle kurs boyunca çok derin enerjetik deneyimler de yaşadım. Chi Qung Geleneksel Çin Tıbbına dayanıyor ve meridyenler, yani enerji hatlarıyla çalışıyor. Ben hemen her oturumda bu meridyenleri takip ederek kendi bedenimde tıkanıklık ya da aksama olan bölgeleri, organları hissetmeye başladım. Birkaç oturumda ve gece uyumadan önce da o bölgelerle çalıştım ve çok kısa sürelerde kronik ağrılar olan yerlerimde ciddi iyileşmeler oldu. Şifacıların genelde kendine faydaları daha  azdır, başkalarından alabilmeleri gerekir. Geçen yıl boyunca Istanbul'da bunu sıkıntısını fazlasıyla yaşadım. Oysa bu kursta belki uzun meditasyonların, belki Chi Qung'un, belki de algılarımı başkalarına kapatmanın içerdeki olumlu etkileriyle kendi kendime faydam olabilmeye başladı. Bana seansa gelenler sıkça deneyimlemişlerdir; ben çalışırken sadece masada yatan  dokunduğum kişini değil, bazen (özellikle de onlarla ilgili düzensizlikler varsa) çocukları, ya da ebeveynleri  bile farkındalığıma gelebilir. Başkalarına karşı farkındalığın bu kadar yüksek olması benim işimde nefis bir artı. İşte bu kursta onu ilk defa kendi sistemimde deneyimledim.

Terzi olduğumdan beri ilk defa kendi söküğümü dikebildim desem çok doğru olur.

Dolunayda manastırdan Chiang Mai manzarası - Şubattan itibaren hava böyle kirli ve sisli oluyor

Monday, March 3, 2014

manastır notları - 1

Meditasyona oturuyorum, nefesi kullanarak beden farkındalığını hedefleyen bir meditasyon Vipassana. Dikkati bedene demirleyerek anın farkında olmayı ve böylece zihni eğitmeyi hedefliyor.  Tabii ki bir süre sonra zihnim bedenimden uzaklaşıyor, bazen 5 dakika bazen de 30 dakika sonra… Genelde sabah oturumlarında daha kolay odaklanıyorum, öğleden sonraları ise dağılıyorum.

Manastırın alt girişindeki Buddha heykeli 
Süre çok da önemli değil, bir süre sonra bedenim Suthep dağında bir odada ama zihnim bir orada bir burada acayip karmaşık bir yolculuk başlıyor. Bunu fark ettiğim an tekrar bedenime dönüyorum, ama zihin de öyle çok kolay pes etmiyor, bambaşka yerlere atlıyor… Ben bu kaçışı her fark ettiğimde dikkatimi bedene odaklamayı hedefliyorum, zihin de benim en ufak dikkat dağınıklığımda hemen çok fantastik yerlere kaçıveriyor. Gittiği yerler inanılmaz, daha manastırdaki ilk günlerimden birinde dakikalarca manastırdan çıkınca ilk gün öğlen ve akşam nerede ne yiyeceğimi planlarken buldum kendimi. Menü nefis olmuş gerçekten ama daha manastırda 8-9 günüm var, neyin acelesi bu?
Zihin, bomboş bir odada üstelik perdeler kapalı saatlerce oturmayı sevmiyor. Harekete, değişikliğe, sürekli uyaranlara ihtiyacı var. Onları burada bulamayınca kendisi durmadan birşeyler yaratıyor.
Zihin burada ve şu anda olmayı hiç ama hiç sevmiyor. Bazen 35 yıl öncesine bazen de 2015 Kurban bayramı tatil planlarına atlıyor, yeter ki burada kalmasın…

Zihin düşündüğü anda her anlamda "oraya" gidiveriyor. Geçmişte bir anı düşünüyorsak aynı duyguları yaşıyoruz,  kokuları alabiliyoruz. Korkulu bir an ise nefesimiz değişiveriyor, üzücü bir anı ise gözlerimiz doluyor,  mutlu bir zamanı hatırlıyorsak yüzümüze bir gülümseme yayılıveriyor, kalp atışları değişiyor… Oysa aslında olan sadece "hatırlama", olayların hiç biri şu anda yaşanmıyor ve tekrar aynı şekilde deneyimlenmesi mümkün değil. Ama zihin onları o kadar gerçekçi taklit ediyor ki bambaşka bir zaman diliminde, bambaşka bir yerde olduğumuzu hatırlamıyoruz bile. Zihnin peşinde bazen geçmişe, bazen geleceğe sürüklenip duruyoruz.
Tüm bunlar olup biterken beden aslında olduğu yerde oturup duruyor...

Fazlasıyla düşünerek, analiz ederek ve planlayarak herşeyi halletmeye çalıştığımız bir hayatta zihnin bu kadar aktif, farkındalığın ise bu kadar zayıf olması hiç beklenmedik değil aslında. Beden ve zihin gittikçe ayrışıp birbirinden kopuyor. Tam da bu sebeplerden yoga, chi qung, meditasyon gibi uygulamalar çok faydalı.
Çünkü farkındalığı olması gereken yere, yani bedene ve şu ana geri getirmeye aracı oluyorlar. Zihnin peşinde sürüklenen ve hasta olmadığı sürece hiç fark etmediğimiz bir beden algısı adım adım genişliyor.

Monday, February 10, 2014

seyir halleri - 1

Seyahat ettiğimde her zaman nefes kesici güzellikler, tarihe ayna tutan kalıntılar, güleryüzlü insanlar ve kimsenin bilmediği lezzetler yaratan lokantalarla karşılaşmıyorum.

Bazen tek kelimesini anlamadığım bir dilde, okuyamadığım bir alfabeyle yazılmış haritanın kareleri arasında kayboluyorum. Telaffuz edemediğim isimleri soramıyorum. Hep birşeyleri yanlış ya da farklı yaptığım için insanlar bana gülüyor… Yabancı olduğum için taksiciler beni en uzun yoldan götürüyorlar, aslında yolu biliyorum ama tarif edemediğimden sinir içinde oturuyorum.

Chiang Rai, White Temple
Ve gittiğim her yerde aslında bunları deneyimleyen kendimle yüzleşiyorum… İstanbul'da pek başıma gelmeyecek şeyler burada her gün oluyor, rahatsız oluyorum. Bazen sokakta yürürken kendimi anlatamadığım için hırsla gözlerim doluyor "Ne işim var burada" diyorum. İşte o anlar beni rahat, alışageldiğim hayattan söküyor, kendime bakmaya hiç hazır olmadığım, duygularımı en çirkin hissettiğim anlarda ayna tutuyor.

Ve seyahat tam da bunun için değerli. Kaç bin kilometre uzaklaştığım, ektavorun ne tarafında olduğum hiç ama hiç fark etmiyor. Bana kendimi rahat hissettiren rutinleri değiştiriverdiğimde neler beni zorluyor, neler iyi geliyor, nelerden kaçıyorum, nelerden vaz geçemiyorum... Muhteşem işçilikli yapılara, büyüleyici tapınaklara, okyanusun rengine baktığım kadar bunlara da bakmaya çalışıyorum. Gittiğim her yere kendimi de götürebildiğim, birşeylerden kaçmadığım sürece her seyahat aslında bambaşka bir yüzleşme süreci.

Sunday, February 2, 2014

bu günlük bu kadar yeter

Söylemesi ayıptır ama geçenlerde 2 saatlik nefis bir masajdan sonra, oldukça acıkmış olarak Chiang Mai'in tek raw cafesini keşfetmeye gittim. Cafe açıktı ama şef "bugün yemek yapmıyoruz, isterseniz Pazartesi gelin" dedi. Peki diyerek oradan çıktım, daha önce ününü duyduğum  vejetaryen bir  Tayvan lokantasına gittim. Saat daha 5 olmamasına rağmen kepenkleri inmişti. Tahmin ediyorum öğlen servisinde yemekler bitince dükkanı kapatıp evlerine gitmişlerdi.

O kadar açlık ve yürümenin üstüne kesinlikle açık olacağına emin olduğum ve hatta daha bir önceki öğlen yemek yediğim yere gittim. Tüm masalar doluydu, birinin yanına oturup sipariş alınmasını bekledim. 5-6 dakika sonra mekanın hem yemekleri hem de servisi yapan tek elemanı mutfaktan çıktı ve "Çok doluyum yetiştiremiyorum, eğer yemek istiyorsanız 45 dakika sonra gelin" diyerek beni ve benden sonra gelen 2 kişiyi herkesin şaşkın bakışları arasında lokantadan çıkardı. Sinir içinde ama (Tayland'da aksi kabul edilemeyeceği için) tabii ki gülümseyerek dışarı çıktım.
manastırda bir ağaca çakılmış
"nasılsa öleceksiniz, biraz kaytarabilirsiniz" hatırlatması

O gün herşey üst üste geldiği içindir ki Chiang Mai'deki çalışma saatleri dikkatimi çekmeye başladı. Burada cafelerin çoğu 16:00-20:00 arası bir saatte kapanıyorlar. Yemek yerlerinin çoğu ise 21:00de kapanıyor. O saatten sonra sadece geleneksel gece pazarları, masaj salonları ve birkaç bar açık, sokaklar ise oldukça boşalmış oluyor. Haftasonu özellikle de Hong Kong, Singapur gibi yerlerden daha fazla ziyaretçi gelmesine rağmen cafelerin Cumartesi öğleden sonra kapanıp sonra Pazartesi sabahı açması burada çok rastlanan bir senaryo.

Gelirin turizme bağlı olduğu bir şehirde tam da sezonun ortasında bu çalışma saatlerini anlamlandırmak zor. Sezon Chiang Mai'de sadece 3-4 ay, sık dişini, gece gündüz çalış, kazandığın parayı yılın kalanında rahatça harca, değil mi? Değil. En azından burada öyle değil. Talepten bağımsız, işyeri sahibi tarafından belirlenen çalışma gün ve saatleri var. Belirlenmek bile burada olabilecek en gevşek anlamında kullanılıyor, çünkü mesela cafe sahibi bir işi çıktığı için haftaiçi öğlen kapatıp gidebiliyor.

Ve hiç kimseyi, hiçbir koşulda hızlı çalıştırmanız mümkün değil. Sizin uçağa yetişecek olmanız, dersinizin başlıyor olması, çok acıkmış olmanız gibi sebepler asla yemeğin daha hızlı pişmesini ya da hesabın hızlı gelmesini sağlamıyor. Çok sevdiğim bir juice bar var, sadece 10:30-18:00 arası açık ve günün çoğunda sadece sahibi içeride çalışıyor oluyor, nadiren kocası toptan gelen meyveleri yerleştirmek için ortaya çıkıyor. Bar açık olsa da mesela 10:10da gidip de juice almak mümkün değil, gülümseyerek "20 dakika sonra" diyorlar. Ya da sizden hemen önce 8 kişilik bir grup smoothie içmeye gittiyse bir bardak havuç suyu için 25 dakika bekleyebiliyorsunuz. Bir lokantada mutfak doluysa, bazen oturduktan ancak yarım saat sonra siparişi alıyorlar.

Rumelihisarı'nda Pazar kahvaltısında ya da Levent'te haftaiçi öğle tatili saatinde bir ev yemekçisinde bu durumları ve müşterilerden gelebilecek tepkileri bir düşünün…

Bali'de Galungan töreni için yapılan ince işçilikli hazırlıklar

Öncelikler gerçekten çok farklı. Kısıtlı sürede gözlemlediğim kadarıyla Chiang Mai'de hiç kimse asla kendini zorlayacak ya da mutsuz edecek kadar çalışmıyor. Gelen turistleri sadece o anda ellerinden geldiği kadar mutlu etmeye çalışıyorlar, ama ekstra bir zaman ya da daha yoğun bir tempo gerektiren bir talep varsa yardımcı olabilecek birini bulmak imkansız.  Burada bir süredir yaşayan bir arkadaşım "Tayland'da kimse kendini mutsuz edecek bir işi yapmaz" demişti. Tüm ülkeye ve halkına genelleyebilir miyim bilmiyorum ama birkaç haftadır bunun örneklerini birebir yaşıyorum.

Bunun biraz daha farklı bir uygulaması ise Bali'de var, orada da dinsel törenler, belirli kutlamalar ve banjar (mahalle) görevleri her türlü işten önce geliyor. Bali'de herhangi bir işletme açmış bir Batılı, herhangi bir günde neden 10 yerine sadece 4 personelinin geldiğini ve işten çıkarılma tehdidine rağmen bir sonraki banjar görev günü yine de işyerine gelmediğini anlamlandıramıyor. Oysa dinsel, ailevi ya da banjara ait sorumluluklar bir Bali'li için işsiz kalmak ya da para kazanamamakla kıyaslanamayacak kadar önemli.
Bali'de tapınak töreni hazırlıkları ya da özel bir adak günü için insanlar bazen günlerce, sadece 2 -3 saat uyuyarak çalışabiliyorlar. Ama o törene hazırlık günlerinden birinde "İstediğin parayı vereceğim, beni hava alanına götür" dediğinde hiçbir şoför kabul etmiyor. Bali'de öncelik kesinlikle din, aileye ve topluma ait olan görevler. Fakir ve ciddi borç içinde olan çok aile var ama para için bu görevler yarım saat bile aksatılmıyor ve geçtiğimiz yıllarda bunda hiçbir istisna ne gördüm ne de duydum.

Bali'de bir ailenin tapınak töreni için yaptığı süsleme ve adaklar

Bali ve Chiang Mai; İkisi de gelir düzeylerinin ve sosyal olanakların batılı standartlara göre oldukça düşük sayılabileceği  yerler. İkisinin de temel geçimi sezonluk turizm. Farklı sebeplerden de olsa, iki yerin insanları da iş ya da para için asla bazı sınırları aşacak kadar çalışmıyorlar. Gülümseyerek reddediyorlar, başka işleri varsa dükkanı kapatıp gidiyorlar, zaten yoğunlarsa "hadi hadi acelem var" diye baskı yapmaya çalışmanızı hiç umursamıyorlar. Ve ne oluyor biliyor musunuz? Öğleden sonra cafeyi kapatınca ya da tapınak töreninden sonra kahkahalar içinde, gözleri ışıldayarak, birbirlerine vakit ayırararak geçiriyorlar. Çok çalıştığı için ailesine zaman ayıramayan, gözünün ışığı sönmüş ya da  stresten korna çalarak trafikte kendine yol açmaya çalışan bir Tay görmek zor. İş başka şeyleri ihmal etmek için ne bir bahane, ne de geçerli bir sebep. İş hayatın bir parçası; ama asla onu yöneten, yönlendiren ya da hayatı tanımlayan bir olgu haline gelmiyor. İşin kişinin iradesi üzerinde çok fazla bir gücü yok.

Bu yazının en derin ana fikri: Hipoglisemi sorununuz var ise, Chiang Mai size göre bir yer değil. Nerede, ne zaman, ne kadar süre sonra yemek yiyebileceğiniz burada tam bir define avı oyunu gibi.

Diğer fikirleri ise, bu gözlemleri kendi çalışma alışkanlıklarınız ve önceliklerinizle kıyaslayarak siz yapabilirsiniz.

Tuesday, January 28, 2014

yapmak ve olmak

Çok içine gömüldüğümden dolayı, İstanbul'daki hayatta fark etmediğim ama buraya gelip uzaktan bakabildiğimde belirginleşen şeyler var. Bunlardan birisi de yapmak ve olmak halleri.
Şehirde hep birşeyler yapıyoruz.  ve daha da fazlasını yapmaya çalışıyoruz. O şeyler bitecek gibi olursa daha  fazlasını yüklenmeye çalışıyoruz. Sorsanız herkes meşgul, bir yerlere yetişemiyor, yükü kaldıramıyor ama nedense kimse durmuyor. Duramıyor.

Dinlenmek için diye işten izin aldığımızda, güneye kaçtığımızda bile ya okumak istediğimiz ama son aylarda fırsat bulamadığımız kitapları bitirmeye, ya o beldenin en güzel yerlerinin hepsini kısıtlı günde görmeye, o ülkenin en bilindik müzelerinin hepsini gezmeye ve önünde fotoğraf çektirmeye çalışıyoruz.

Dinlenmek için gittiğimiz tatillerden bile şehirdeki hayatımızdan daha kısa bir süreye daha çok şeyi sıkıştırmaya çalışmanın yorgunluğuyla  dönüyoruz. Hiç durmuyoruz.

Gündelik hayat, zaten her ne yapıyor olursak olalım bizden hep daha fazlasını bekliyor. Hep bir şey yapmamız gerekiyor. Aslında hep birden fazla şeyi aynı anda kotarıyor olmamız isteniyor. Zamanı yönetmek adı altında daha verimli, hızlı ve pratik olmamız her zaman sözlü olarak dile getirilmese de hemen her alanda bekleniyor. Böylece bir de hiçbir şeyi istediğimiz kalitede yapamamanın, yeterli zamanı ayıramamanın suçluluğunu yaşıyoruz. İşin, arkadaşların, ailenin, kişisel gelişimin, sağlığın gereklilikleri üzerimize yığılıp duruyor ve sabah uyandığımız andan gece uyuyana kadar hep birşeyler yapıyor olmamız gerekiyor. Listeler, notlar, planlar programlar havada uçuşuyor, bişeyin yanına daha check atabilmek bazen bizi rahatlatan tek şey oluveriyor.

Bu beklentilerin ne kadarı dışarıdan, ne kadarı bizim kendi kendimize yüklediğimiz ve aslında hiç de gerek olmayan baskılar? Bunu pek de sorgulamıyoruz.

Yapmak daha kolay, çünkü ölçülebiliyor. Ne kadar sürede, ne nitelikte, ne kadar, kaç para, … Oysa sadece var olduğunu hissetmek ve bununla kalmanın hiçbir ölçümü olmadığı için gittikçe uzaklaşıyoruz. Kendimizi sadece yaptıklarımızla, başardıklarımızla, sahip olduklarımızla tanımlıyoruz.

İşinizi, mesleğinizi, yaptıklarınızı, sahip olduklarınızı hiç dahil etmeden kendinizi nasıl tanımlarsınız?

Var olmak bunların hepsinden çok daha derinde. Tanımlamak kolay değil, çünkü tanımların çoğu hep dışarıdan bir referans gerektiriyor. Oysa var olmak, çok özde, ve sadece kişiye özel bir hal.
Hareket halinde olan değil, daha durağan,
Etkilere tepki vermek yerine yansıtan,
Gelecekte ne olacağını, yapacağını değil şu anda ne duyumsadığını farkeden ve onunla kalabilen,
Ve şu andaki haliyle de yeterli, mutlu ve rahat ve tam hissedebilen.

Yapmak ve olmak, belki hayatta en dengede tutmamız gereken iki hal. İki kutuba kaymak da beraberinde sorunlar getiriyor. Ve özellikle de metropol hayatında denge hep yapmak tarafına kayıyor.

Dengelemek için ne yapmalı? Gelebilecek mantıklı bir soru. Ama yapma halini dengelemek adına yeni birşeyler yapmak da oldukça ironik. Belki sadece arada devamlı hareket halinde olmanın yoruculuğunu fark etmek, geçmiş üzüntüleri ya da gelecek kaygılarını olabildiğince bırakıp  o anda gerçekten ne hissettiğini anlamaya çalışmak ve belki ara ara "beni ben yapan şeyler ne?" diye değerlendirmek.