Tuesday, January 7, 2014

Asya'ya dönünce

8 ay Türkiye'de kaldıktan sonra, 4 gün önce Bangkok'a geldim. Bir yıl önce manastırda tutmaya başladığım bloğa Türkiye'deyken de devam ederim diye düşünmüştüm. Yanılmışım… Yazmak benim için dinginlik ve boş zaman gerektiriyormuş, oturup aklımdakileri kelimelere dökebilecek bir alan yaratmam gerekiyormuş.  Ama son 8 ay o kadar yoğun geçti ki, değil bir tüm yazı, her gittiğim yere yanımda defter taşımama rağmen birkaç düşünceyi bile not edecek zaman yaratamadım. Bunun sebebi  nedir onu da merak etmiyor değilim, şehir mi çok kaotik, ben mi İstanbul'da dağılıyorum hiçbir fikrim yok.

Ama buraya geldiğim ilk gün fark ettim ki gittiğim her yerde kendime hemen küçücük bir dünya ve yaşam düzeni kuruyorum. Bunu yapamadığım tek yer İstanbul. Son 4 yılda bu Bangkok'a 10 ya da 12. gelişim. Hep aynı hostelde, ve aynı odada kalıyorum. Sabah uyanınca aynı seyyar meyveciye gidip   yarım ananas, bir dilim papaya, bir de mango alıyorum.

Yine fark ettim ki, yurt dışındaysam meyve satan birini, Türkiye'deysem de bir mahalle manavı bulmak benim için çok önemli. Bangkok'ta sabahları 3 yıldır caddenin karşısındaki adamdan, akşamları da sokağın başındaki iki kız kardeşten meyve alıyorum. Bali'de pazarda bir teyze vardı, bir gün önceden sipariş verdiğimde ertesi gün bana istediğim meyveleri getirirdi. Beyoğlu'nda yaşarken de nefis bir manavım vardı, sebze meyve alışverişini aşan bir arkadaşlık geliştirdik. Ama İstanbul'a son gelişimde manavı olmayan mahallelerde kaldım ve hiçbir şey düzene oturamadı… Manavsızlık tabii ki bunun tek sebebi değildir, ama önemli bir etken olduğuna inanıyorum. Bu konuya belki sonra dönerim, daha fazla dağılmayayım.

Bangkok'ta en sevdiğim yerlerden biri
Odama dönüp bir bardak çayla meyvelerimi yiyorum. Sonra duşumu yapıp dışarı çıkıyorum ve çok sevdiğim 3 alışveriş merkezinden birine gidip tasarımcıları, kırtasiye ya da kitapçıları saatlerce gezip, bişeyler yiyip çokça da bi cafede oturup okuyor ya da yazıyorum… Hostelime yakın iki masaj salonu seçtim, ambient müzik çalan, ölükse renklerle döşenmiş, baygın tütsü kokan, tertemiz çarşaflı yerler değiller. İş çıkışı masaj yaptırmak isteyen orta direk Tayların uğradığı, masaj sırasında konuşma ve kahkahaların gırla gittiği, bir bölmeden diğerine insanların birbirine laf atıp gülüştüğü sosyal bir yer. Haftada 1-2 gece onlardan birine bir saat masaja gidiyorum. Sonra odama dönüp dizi izleyerek uyuyakalıyorum. Bangkok günlerim üç aşağı beş yukarı böyle geçiyor... Dünyanın en fantastik şehirlerinden birinde, yapılabilecek en az şeyi yapıp, görülebilecek hiçbir yeri görmeden, bara sinemaya müzeye gitmeden, daha da önemlisi "her yere gitmeli, her şeyi görmeli, en otantik restoranlarda yemeli" baskısını hissetmeden çok rutin ama bir o kadar da rahat günler geçiriyorum.

Bazen günlerce yemek siparişi vermek ya da birşeylerin fiyatını sormak dışında konuşmadığım oluyor. Kendi sesimi unutuyorum. Bu beni hiç rahatsız etmiyor, aksine dinlemek ya da konuşmak zorunda olmamak benim için en büyük rahatlık. Zaten bu şehirde resmen yabancı ve çok gelip geçici olmanın getirdiği bir hafiflik de var.
Küçücük ve rutin bir hayat, konuşmamak ve geçici olmak üçlüsü beni çok ama çok mutlu ediyor… Ve tabi ki ayakkabı giymemek

Ve düşünüyorum, İstanbul'da bu rahatlığı neden yakalayamıyorum, İstanbul neden beni çok yoruyor diye… Çok çalışıyor olmak tabii ki bir etken ama tek sebep bu olmasa gerek... 3-4 gün konuşmamak tabii ki orada biraz daha zor. Ama İstanbul'da da geçici sayılırım. Sadece rutin kuramıyor olmak ve yaşam düzeninin benim istediğimden daha geniş olması mı bu farkı yaratıyor? Orada hep hareket halinde olduğumdan mı yoruluyorum? Tam bilmiyorum ama 80 gün sonra bunları anlamış ve mümkün olduğunca  çözmüş olarak İstanbul'a dönmeyi hedefliyorum.

No comments:

Post a Comment