Sunday, February 10, 2013

neden "artık ayakkabı giyemeyen"?


Yogada ilk öğretilen şeylerden biri yere basmaktır. Ve ancak bir yoga dersinde Tadasana’da (dağ pozu) birkaç dakika kaldıktan sonra ayakta durmakla yere basmak ararsındaki farkı hissedebilirsiniz. Ayaklar paytak değil, paraleldir, ağırlığınız dengelidir, bacaklarınızda güç vardır.
Dağ pozunda belki de ilk defa yerle ilişki kurarsınız.

Yanlış, daracık, sivri burunlu, yüksek topuklu ayakkabıları giymekten ayak kaslarımızın çoğu zayıflar, nasırlar, bereler oluşur. Zaten hayatın akışında, bize sorun ya da acı vermediklerinde ayaklarımızı nerdeyse hiç fark etmeyiz. Günlük hayatta dikkatimiz hep yukarılarda bir yerdedir; çok düşünürüz, her şeyi analiz ederiz, planlar yaparız. Yani genelde sadece kafamızın içinde bir yerlerde yaşarız. Kilomuzdan mutsuz değilsek, skinny jeanlerin düğmesini kapatmaya çalışmıyorsak ya da gym’den hemen sonra aynada hayranlıkla kol kaslarımızı seyretmiyorsak nadiren bedenimizin farkında oluruz. Tüm bedeni, tam da varolduğu halde yaşamaktansa yukarıda kafatasının içinde bir yerlerde hayallerle planlarla tıkış tepiş bir hayat yaşarız, ki bu aslında mutsuzluk getirir.

Oysa bu dünyada yaşamak sadece analitik bir deneyim değil. Dengelenmek ve topraklanmak için üzerinde yaşadığımız yeryüzünü hissetmemiz şart. Platformlu, kalın tabanlı ayakkabılarla, zemininde kat kat kablolar döşenmiş plazalar ya da AVMlerde yürüyerek yeryüzünü hissetmek imkansız. Üzerine bastığımız yerin dokusunu, yeryüzünü, dışarıdaki havanın ısısını hissetmemiz gerek. Bunu yapmanın en iyi yollarından biri de yeryüzüyle aramıza mümkün olan en az engeli koymak – çıplak ayak ya da parmakların hareketine, ayak kaslarının açılmasına izin veren hafif ve az korumalı terlikler giymek. Baştan ayağa bu dünyadaki varlığınızı hissetmek.

Yere yalınkayak bastıkça önceleri kim bilir kimin ayağının kalıbına göre çıkarılmış ve numaralandırılmış ayakkabıların esaretinden kurtulan ayak kasları açılır, böylece aslında dünyayla temasınız ve yeryüzünde kapladığınız alan artmaya başlar.
Bunun anlamını düşünebiliyor musunuz? Çevrenize biriktirdiğimiz şeylerle ya da daha büyük bir evle değil de en çıplak halinizle dünyadaki varlığınızı ve ağırlığınızı artırabilmek…

Yeri hissettikçe beden farkındalığınız da dengelenir. Bedeni fark etmek ise dünyanın kalanını keşfetmek için en güvenli başlangıç noktasıdır. Dünyayı keşfettikçe daracık sınırlarınızdan kurtulursunuz. Ayaklarınız açıldıkça ve özgürleştikçe yaşamınız da aynı şekilde açılıp zenginleşir.
Yere basmak, bir anlamda bu dünyadaki varlığınızı kabul etmeye metafor olur. “Ben buradayım ve bu hayatı getirdiği her şeyle seviyor ve pazarlıksız kabul ediyorum” diyebildiğiniz nokta birçok zincirin kırıldığı ve hayatın nefis olmaya başladığı dönüm noktası olur.

Ayakkabı gitmemek her anlamda özgürlüktür;  önceden belirlenmiş sınırlardan, başkaları ne der diye endişelenmekten, nasırlardan,  modadan, planlarla kurallarla kısıtlanmış bir hayattan özgürleşmektir.
Ve sabahları bu özgürlükle dünyaya gözlerinizi açabildiğinizde, hem bakış açınız hem de yaşamınız değişmeye başlar.

Bu blogdaki yazıların hepsi çıplak ayakla yazılmıştır. İyi, edebi, derin, aydınlatıcı yazılar olabileceklerine dair hiçbir garanti veremem. Ancak her biri "kafadan" değil de deneyimlerden yola çıkarak ve koşulsuz bir özgürlükle yazılıyorlar.

No comments:

Post a Comment